Sürekli genişleyen sonsuz evren, milyarlarca yıldız ve galaksi ( sayısını temsili olarak “milyarlarca” diye belirttim. Telaffuz edilemeyecek kadar fazla ! ) ve bunların içinde deyim yerinde ise çölde kum tanesi sayılabilecek bir gezegen : Dünya ve o gezegenin en büyük tüketeni, kendine Homo Sapiens ismini veren, kurgulama, hayal kurma ve konuşma sayesinde bilişsel yeteneklerini geliştiren tek canlı : İNSAN..
İNSAN NEDİR ? sadece yiyen, içen, dışkılayan, çiftleşen ve sonunda diğer canlılar gibi er ya da geç ölen biyolojik bir varlık mı ? hepsi bu kadar mı ? hepsi bu kadar basit mi ? Altı, üstü boklu bir Homo Sapiens deyip geçelim mi ? yoksa insanlığın bu ontolojik sorunlarının derinlerine inelim mi ?
Sanırım hepsi bu kadar basit olsaydı ne gezegenin, ne de onun bir parçası olan insanlığın sorunları bu kadar karmaşık olur muydu ? Madem her şeyi sorgulayacağız, gerçeğe ve tekâmüle ulaşma yolunda bu soruları da sormak gerekir..Acıtıcı olsa bile..
EVRİM KONUSU
Bu gün artık “evrim” konusu bir teori olmaktan çok Dünya da tüm saygın akademik çevrelerin, üniversitelerin, arkeolog ve paleontologların özellikle son iki yüz yılda kör göze parmak misali ortaya çıkarttıkları fosiller, iskeletler, aletler, bulgular sayesinde ortaya çıkarttıkları bir “gerçektir” ..
Dipçe : Solda ki fotograf : İlk insanımsılardan sayılan Australopithecus Aferensis ‘den günümüz modern insana en yakın ata Homo Sapiens’e kadar ara form insan/ataları görüyorsunuz.. Sağ üstte ki foto : Sol da Neandartel kafa tası, sağ da Homo Sapiens kafa tası. 3.sağ altta ki fotograf : İnsan çeşitlerinin kafa tasları.. Bunların hepsi, söz konusu bilim çevrelerinin tespit ettiği, isimleri ve evrimsel süreçleri hakkında hem fikir oldukları insan tiplerinin temsili evrimsel halleridir. Aynı şekilde dinazorlar olmak üzere, günümüzde dünya da var olmayan ve olan bilinen tüm hayvanların evirimsel gelişimleri artık bilinmektedir..
Kısacası bilim : Gözlem ve deney sonucu ortaya çıkan gerçek, rasyonel bilgidir. Örnek: Bir atmosfer basıncında ki suyun kaynama derecesinin 100° olması, yer çekimi kanunu, fotosentez, Ay ve Güneş’in döngü ve hareketleri, Dünya’nın yuvarlık olması gibi….Şayet dışarıdan insan ya da bu kanunları kökten değiştirecek bir kuvvet olmaz ise ki bu kanunların önemli çoğunluğu değişecek olursa bu yok oluş demektir. Bu nedenle, bu anlamıyla bilim dünyası tarafından bulunan bazı doğa kanunları değişmezdir..
Genel geçer anlamda ki ampirik bilim anlayışı budur. O halde “bilimin bile açıklayamadığı” ifadesi yanlış olup, “bilimin açıklayamadığı değil, bizim anladığımız anlamda ki bilimin henüz ulaşamadığı, ortaya çıkaramadığı bilgiler” vardır diyebiliriz. Yine bir örnek ; covid19 virüsünün henüz aşısı olmadığı için insanlık açısından henüz tam bir bilinmezlik ve korkutucu nitelikler barındırmaktadır. Virüs hakkında hemen her gün gerek akademik düzeyde, gerekse halk arasında, medya da bir çok teoriler, tartışmalar yapılmaktadır. Ancak aşı tam olarak bulunur ise bu virüste diğerleri gibi çiçek, grip, verem v.b. gündem ve tartışma konusu olmaktan çıkacaktır.. Bir başka ve daha önemli bir örnek : Çernobil faciası. 26 Nisan 1986 günü Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler birliğine bağlı Ukrayna’nın Pripyat şehri yakınlarında reaktörlerden birinde nükleer kaza sonucu yoğun şekilde tüm bölgeye, Türkiye’nin Karadeniz kıyı şehirlerine radyasyon yayılmıştır. Peki radyasyon nedir ? rengi, kokusu olmayan, gözle görülemeyen, elektromanyetik dalgalar veya parçacıklar biçimindeki enerji yayımı ya da aktarımıdır. “Radyoaktif maddelerin alfa, beta, gama gibi ışınları yayması”na veya “Uzayda yayılan herhangi bir elektromanyetik ışını meydana getiren unsurların tamamı”na da radyasyon denir. Görüldüğü gibi zaman makinası ile yüz yıl öncesine kadar gidip, böyle bir ışıma ve enerjinin insan sağlığına ve ekolojiye öldürücü etkisi olduğunu anlatsaydınız muhtemelen size inanmayacaklarını gibi üstüne dalga geçeceklerdi. Yüz yıl öncesini bırakın bu kaza olmadan önce halk arasında bile bu şekilde gözle görünmeyen, kokusu, rengi olmayan bu zararlı enerjiden bahsetmiş olsaydınız, bilimsel konularla ilgilenenler hariç ( yıl 1986 ) bireyler kendi kültür, inanç ve yapısına göre anlamlar yüklemiş olacaklardı..
Şimdi buraya kadar rasyonel bilimin ne denli önemli olduğunu anlatmaya çalıştık. Ancak tam da burada, bu kadar teknolojik gelişmeden, yapay zekâlardan, nano teknolojilerden bahsetsek bile henüz bilimin bırakın çözmeyi, daha kıyısına yanaşmadığı bir bilim alanı var : İNSAN PSİKOLOJİSİ, EGO/BENLİK VE İNSAN BİLİNCİ….
Bu gerçekten henüz çok karanlık ve korkutucu bir dehliz. Tarih boyunca antik çağlardan bu güne kadar felsefeciler, felsefe ile ilintili bilim dallarından Psikolog ve Sosyologlar bu konu ile ilgilenmiştir.
İnsanlık bilinebilen tarihi boyunca ( özellikle tarım devriminin başlaması ile ) beş bine yakın din, çeşitli öğretiler, felsefi disiplinler, ideolojiler ortaya çıkarmıştır. Bu dinler, öğretiler, felsefi disiplinler ve nihayet ideolojiler; her bölgenin, her toplumun içinde barındırdığı gerek toplum yapısı, gerek coğrafi koşulları ve gerekse o bölgenin jeopolitik konumu ile şekillenmiştir. AMA ! bu bilgiler elbette yadsınamaz ancak tüm bu inanç ve ideolojilerin ( bu güne göre düşündüğümüz zaman ) kimileri içinde yoğun çelişkiler barındırsa da ) işte tüm bunların bilerek, bilmeyerek, bilinçli ya da bilinçsiz insanı götürmeye çalıştıkları bir yer, bir ortak noktası vardır : İNSANI YÜCELTMEK VE TEKÂMÜL YOLUNDA İLERLETMEK.. Ben bunların hepsine “YOL” diyorum. Kimi yolların alt yapısı çok eksik, kimisi çok zorlu, kimisi çok hatalı v.s. v.s. ama amaçları neredeyse aynı.. Öyle ya ; hiç bir din, özellikle ve bilhassa birbirinizi öldürün, yağmacılık ve bozgunculuk çıkartın, doğaya zarar verin demiyor ( prensipte öyle ), hiç bir felsefi disiplin , öğreti de bunları tavsiye etmiyor. Nihayetinde insanlığın bana göre doğruya en yakın, biraz yaklaştığı Sosyalizm de insanların arasında mümkün olabilen en adil, en adaletli sistemi kurmak istemiyor mu ?
Peki, öyle ise ; insanlığın bilinebilen tarihi neredeyse aralıksız biçimde niçin savaş, kan, göz yaşı ve yıkımla dolu ? İnsanların kimilerinde fazla, kimilerinde az olsa da o hep içinde, bilincinin karanlık dehlizlerinde bir yerlerde barındırdığı mağara dönemlerinden kalan vahşi iç güdüleri, yalan söyleme ve başkalarını kandırma potansiyeli niçin var ve insanların bir bölümü zengin ya da fakir bu olumsuz potansiyelde ? Bu acıtıcı soruların, acıtıcı yanıtlarına bir nebze olsun ulaşma yolunda size önemli mesafeler kat ettirecek iki önemli sosyoloji kitabı önerim var :
- “HASTA TOPLUMLAR” / Buzdağı Yayın evi ( Ünlü Sosyologlarımızdan Doğan Cüceloğlu Ön söz yazmıştır ),
- “TRAVMATİZE TOPLUM” Ayrıntı Yayın evi..
Özellikle TRAVMATİZE TOPLUM kitabının arkasında yer alan yazı çok çarpıcı..Sizler için alıntıladım ;
Şimdiye dek bize cennetin kapılarını açacağını düşündüğümüz anlatılar, uzaktan göründükleri gibi pratik bilgiler sunuyor mu? Acaba günümüzün insanlığımızı sorgulatan, çelişkilerle dolu dünyasında yaşanan sorunların köküne yeterince iniliyor mu? Aklın egemenliğinde olduğu düşünülen modern dünya, gerek doğaya gerek insanlara adil muameleyi olanaklı kılıyor mu? Fred Harrison bu çalışmasında uygarlıkların sonunu hazırlayan meselenin kökenine değiniyor ve bu konuyu somut veriler üzerinden inceliyor.
İnsanlar arasında yaşayan yırtıcılar Tanrı’nın uygarlaşma adına yok edilmesinden fayda sağlamışlardır. Bu yırtıcılar her an her yerdedir. Üstelik de hukuk kuralları üzerinden hareket etme özgürlükleri bulunur. Artık Tanrıların değil, ölümlü insanın kuralları geçerlidir ve toplum bir hile kültürü içine hapsolmuş durumdadır. Doğanın kaynaklarından “her bireyin eşit yararlanma hakkı olmalı” görüşleri özgürlüğün hüküm sürdüğü düşünülen toplumlarda yaygın kanıdır, fakat yaşananlar bir hayal kırıklığından öteye gidemez.
Habil ve Kabil’in hikâyesi aslında insanların gelecekte başlarına geleceklerin habercisidir. İnsanlığın her evresinde topluluk ruhuna ve insanın kendini gerçekleştirmesine, ortak çıkar adına yararlı girişimlerde bulunabilmesine yönelik tehditler olsa da, çeşitli antlaşmalarla bireylere tanınan kurallar güvence altına alınmıştır. Günümüzde en eski antlaşmalar bozulmuştur. İnsanlık ileriye gittiğini düşünmektedir fakat toplumda bu denli ikilikler varken gerçekten de bir ilerleme söz konusu mudur? Düşünürler ve akademisyenler, yaşananların ardındakini görmemekte veya görmek istememektedir. Şimdiye kadar hiçbir öğreti, uygarlığın sorunlarına çözüm bulamamıştır. Bunun sebebi gerçekleri görmekten bile bile kaçınmak ya da toplumda normalleşmiş şeylere eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmamak olabilir mi? Travmatize Toplum, hem birey hem toplum eksenli bir travma durumunu açıklarken ekonomi, sosyoloji, psikoloji gibi disiplinlerden faydalanarak uygarlığı yozlaştıran meseleye çok boyutlu bir yaklaşım getiriyor. Hasta bir toplumu muayene ederek bağışıklık sistemini çökerten virüslerden arındırmanın çarelerini sunuyor…
DEĞERLİ DOSTLAR !! YIRTINA, YIRTINA BU FAKİR SİZLERE BİR ŞEYLER ANLATMAYA ÇALIŞIYOR… Evet…Bir şeyler anlatmaya çalışıyorum, dilim ve beynim döndüğünce !!
Ne diyoruz ? Dinlerin, her hangi bir felsefi disiplinin, bir öğretinin ya da ideolojilerin … Bunların hepsi yozlaşabilir, hepsi kendi içinde amip gibi bölünebilir ve bu kez yarardan ziyade çatışmaya neden olabilir. Bunu çok değer verdiğim iki kişi çok güzel anlatmış ;
- “Hiç bir düşüncenin masum ve makul ölçüler dışına çıkıp bir tür faşizme dönüşmesine izin vermemek gerek. Her ideoloji ne yazık ki bu tür totaliterleşmenin tehlikelerini taşımaktadır. Bu ister ırka dayalı olsun, ister dine, ister sınıfa dayalı olsun fark etmez. Hepsi bu tehlikeyi taşımaktadır. Tarih bunun tanığıdır. Açık toplum olmanın gereklerini ortadan kaldıran her türlü uygulamaya empatimizi kaybetmeden önce karşı durmalıyız. Çünkü otoriter yetkeci her yapıda akıl ve vicdan hür değildir. Aklın ve vicdanın hür olmadığı yerde korku empati yeteneğini yok eder.” Ali Cenap Ertay
- Yeter ki kendinize öncelikle bilimsel yöntemi önder olarak alın; her şeyi önce aklınızın süzgecinden geçirin ve bilgelikle değerlendirin. Bir söze, bunu söyleyen kişi bir başka bakımdan bilgili ve saygın oldugu için hemen inanıp kapılmayın. Yeter ki hiç bir şeyin kesin ve son, tam ve yetkin olduğunu sanmayın; her bilginin içeriğinde bir yanılgı payı bulunabileceğini, gerçeğin görünenden başka türlü de olabileceğini bilin. Yeter ki başkalarının düşüncelerine tutsak olmayıp, kendi düşüncelerinizin özgürlüğünü sağlayın. Özgür düşüncenizi koruyun ve evrimsel doğrultuda gelişim gösterme çabasından geri kalmayın.. Murat Özgen Ayfer
Evet bu iki cümle de yazdığım yazının özeti gibidir.. Söz konusu dinler, ideolojiler ( kimisi daha iyi, kimisi çok kötü, kimisi gerçeğe en yakın v.s.. olsa da ) hepsi bir parça yoldan sapma ve devrilme tehlikesi taşıyor. VE GELELİM BİLİM !! Bunlar öyle de BİLİM denilen olgunun kendisi nasıl ? Maalesef söz konusu insan faktörü işin içine girince bildiğimiz her şeyde bir görecelilik ve değişkenlik söz konusu oluyor. Bunu nereden anlıyoruz ? tabi ki tarihten… Orta çağ da zıvanadan iyice çıkan Hıristiyanlık ve Kilise ; cadı, büyücü diye kadınları ve kara kedileri yakmaktan tutun, Cennetten arsa satmaya kadar saydığımız ve sayamadığımız hurafe ve sapkınlığa boğazına kadar batmış, kralların ve feodal derebeylerin halkı açlıktan ot yiyecek derecede sömürmede ve meşhur haçlı seferlerinde din kılıflı yağma ve çapul da kullandığı tam bir aparat haline gelen elverişli bir din olmuştur. Halbu ki siz hiç İNCİL okudunuz mu ? İNCİL ne demektedir ? “yanağına bir tokat atana, diğer yanağını da” çevir ya da “bir lokma, bir hırka” gibi aşırı hümanist fikirleri savunmadı mı ? İşte 1600 lerin sonuna kadar süren bu hurafe ve yobaz din, resmi olarak 1789 tarihinde sanayi devrimi ile birlikte batı dünyasında reel yaşamı yönetme ve yönlendirme iddiasından tamamen el çektirildi ama onu tamamen yok etmek yerine nostaljik bir figür olarak ve kimi zaman da kullanılmak üzere yedek kulübesinde bir yer verdiler. Peki ya bundan sonra ne oldu ?
Yüz yıllarca Hıristiyanlık kullanılarak sömürülen Batı toplumu, bu kez de “1700 – 1800′ lerin kaba materyalizmi ile tanıştı. Bu dönemi iyi anlamak için BATI FELSEFECİLERİNİ
- “Immanuel Kant‘ın ahlâk ve etik felsefesinİ” ,
- “Jean Meslier“in materyalizminİ ( Tanrısızlığın ilmihalini öneririm ),
- Jean-Jacques Rousseau‘nun odak noktasına insanı alan felsefesinİ,
- HEGEL‘in diyaletiğini,
- Schopenhauer’ ın idealizmini ve etik, pesimist, ahlak üzerine görüşlerini,
- Nietzsche’nin postmodernizm, varoluşçuluk, postyapısalcılık üzerine aforizmalarını,
- “Düşünüyorum, öyle ise varım” diyen Modern Felsefe’nin kurucusu sayılan DESCARTES’i (Onun için felsefe bilgiyi somutlaştıran bir düşünce sistemiydi ve bunu şu şekilde ifade etti :“ Tüm felsefe bir ağaç gibi olduğundan; metafizik kök, fizik gövde, ve diğer bilimler bu gövdeden dallanan dallardır, bu dallar üç ana başlığa indirgenebilir : Tıp, mekanik ve etik. Ahlakın bilimiyle, bilgeliğin son derecesi olan, diğer bilimlerin en yüksek ve en mükemmel bütün bilgisini anladım.”)
- THOMAS HOBBES‘in materyalist ve mekanik görüşlerini..
- JOHN LOCKE’yi
- KARL MARX VE ENGELS’in Politik görüşlerinin temeli olan Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmini, incelemek lazım
ve sizler için seçtiğim on üç DOĞU FELSEFECİLERİNİ
Hallac-ı Mansur, Farabi, İbn Sina, Gazzâlî, İbn Tufeyl, Feridüddin Attar, İbn Rüşd, Sühreverdi, İbn Arabi, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, İbn-i Haldun, Fuzuli..
Bunların arasından özellikle İbn-i Haldun’un “Mukaddime” isimli eseri tüm dünyaca meşhurdur. Kendisi ; Machiavelli’den Rousseau’ya, Comte’tan Spencer’a pek çok önemli düşünürün fikirlerini şekillendirdi.
İşte bu doğu ve batı felsefecilerinin elbette hepsinin detaylı bir biçimde kitaplarını okuyun diyemem ama hiç değilse bu iletişim çağında google üzerinden temel görüşlerine ulaşabilir, istediklerinizin kitaplarını PDF olarak okuyabilirsiniz..
Peki bu okumaların sonunda ne olacak ? Bu teorik okumalarınızın ve kendi yaşadığınız pratik hayatın harmanlanmasından bir sentez oluşacak kafanızda. Yaşamın derin anlam ve sırlarına biraz daha yaklaşacak, tekâmül merdivenlerini bir basamak daha çıkmış olacaksınız..
Son olarak ;
Hermetik Felsefe’nin Yedi Kozmik yasasından biri ile yazımı sonlandırıyorum ;
“Her şey ikilidir ( dualite ) ;her şey iki kutba sahiptir, her şeyin kendi zıtlık çifti vardır ; benzeyen ve benzemeyen aynıdır; zıtların doğası birdir, dereceleri farklıdır; uçlar buluşurlar; bütün hakikatler yarım hakikatlerdir; bütün paradokslar uzlaştırılabilir.”