Saint Petersburg ya da Petorgrad ya da Leningrad siz ne derseniz deyin, beyaz geceleriyle ünlü, Puşkin’in, Dostoyevski’nin sokaklarında gezindiği, Deli Pedro’nun memleketin başka yerinde taş bırakmadığı, görece yeni ama kadim, derin, kanallarla, köprülerle, müzelerle bezeli güzel şehir Saint Petersburg.
Rusya’nın batıya açılan kapısı, en büyük ikinci şehri, iki yüz yıl başkentlik yapmış, diğer Rus şehirlerine tepeden bakan, onları hakir gören Saint Petersburg ziyaretimin, üzerinden neredeyse 10 yıl geçmesine rağmen hala bana yaşattıkları çok taze, böyle bir zaman sınavını geçebilecek çok fazla şehir yok yeryüzünde.
Bu yazımda sizlere Saint Petersburg’da nereye gidilir, ne yapılır onlardan bahsetmeyeceğim, zaten oldukça popüler bir destinasyon olduğundan, bu konuda yeteri kadar kaynak var. Ben bu şehrin ve insanlarının bana yaşattıkları duyguları, aktarmaya çalışacağım. Biraz eski de olsa bol bol fotoğraf kareleri ile yazımı zenginleştireceğim, fotoğrafsız bir gezi yazısı yazmak, kıyafetsiz bir defile düzenlemek gibi olur.
Üniversiteden yakın dostum Murat, Moskova’da rus milyarderlerin yanında milyarderlik sanatının inceliklerini öğrenirken, Bursalı arkadaşım Ali ile birlikte bir kaçamak yaparak Saint Petersburg’a gitmeye karar verdik. Murat da küçük bir ara verip, Moskova’dan yanımıza gelecek , bize hem eşlik hem de rehberlik edecekti. Bu rehberliğin ne kadar kıymetli olduğunu daha sonra anlayacaktık.
O zamanlar henüz iki ülke arasında vizeler kalkmamış, Ruslar yoğun bir şekilde bizi ziyarete gelse de bizim taraftan iş dışında o tarafa yoğun bir ilgi gösteren yoktu.
Kararımızı vermiştik gidecektik, uçak bileti, otel araştırmaları başlamıştı, o zamanlar TL’miz bu kadar değersiz olmamasına rağmen, Petersburg görece pahalı bir şehirdi. İnce hesaplardan sonra farkettik ki kendimizin gitmesinden ziyade, tur ile gitmek alt toplamda çok daha ekonomikti. Rehberli paket turlardan birini seçmeye karar verdik. Rehberli tur ile gidecek, oranın uçak bileti ve konaklamasından yararlanacak ancak onların rehberlik hizmetinden değil, Murat’ın rehberlik hizmetinden yararlanacaktık.
O zamanlar Ali ve Murat’ın bekar olması, benim ise evli olmam, eşimin de bekar arkadaşlarımla beni Rusya’ya göndermesi kulislerde çok ses getirmişti. Ne kadar vizyoner bir davranışmış, günümüzde bile bu konuda çekimser davranan kadınlarımız var maalesef, oysaki ne güzel demiş şair zamanında bırak gitsin dönüyorsa senindir dönmüyorsa zaten hiç senin olmamıştır. Şimdi burada paylaşmadığım bazı fotoğraflara bakıyorum da; Eeyy Türk kadınları siz yine de siz olun, izin verirken bu büyük riske girmeyi iki kere düşünün.
Zaten paket turlarının, en sevmediğim yönü sizi sınırlamaları, zaman baskısı ile sizi kendi kendiniz ile yarışa sokmaları, istediğiniz yerde istediğiniz kadar kalmanıza imkan vermemeleri, özgürlük hissinizi kaybetmenize sebebiyet vermeleridir. Bu sebeple bu tur paketli yaptığım sondan önceki turdu, sonrasında hiçbir zaman bir paket tur tercih etmedim.
Şimdi geriye dönüp baktığımda beni en çok etkileyen yerlerden biri Ucubeler Müzesidir ki St. Petersburg’a tekrar sadece orayı görmek için bile giderim. Eğer tur rehberimize uysaydık burayı göremeden dönecektik ki ne büyük talihsizlik olacaktı.
Ucubeler müzesi, kimilerin için ,iğreti, korkunç hatta iğrenç benim için ise olağanüstü, dehşete düşürücü, içimi titretici ama muhakkak ama muhakkak görülmesi gereken bir yer. Çift başlı keçiler, dört gözlü kurbağalar, iki kuyruklu yılanlar, boynuzlu tavşanlar ve kavanozların içindeki onlarca cenin kimisi üç başlı, kimisi kolsuz, kimisi üç gözlü, kimisi tek gözlü. İnsanlar ve hayvanlar üzerinde yapılmış yüzlerce deney, gerçekten ibretlik, insanın kanını donduran en korkunç film setlerinden fırlamışcasına etrafa dağılmış ceninler, hayvanlar. Birinci ve ikinci dünya savaşları arasında Rus bilim insanlarının amansızca yaptıkları deneylerin, canlı birer göstergesi, kesinlikle ıskalamayın kesinlikle görün dünyada bu kadar etkileneceğiniz başka müze var mıdır ben bilmiyorum.
Petersburg havalimanına indiğimizde, karşılaştığımız manzara bizi biraz hayal kırıklığına uğratmıştı. Atatürk Havalimanından sonra, görece çok küçük, köhne bir yapı bizi karşılamıştı, sanki Rusya’nın ikinci büyük şehrine değil, anadolunun ücra bir köşesine gelmişiz gibiydi.
Haziran ayının sonralarıydı, gece saat 03:00’e kadar hava hala aydınlıktı, sadece birkaç saatlik görece karanlıktan sonra tekrardan gün doğumu sizi karşılıyordu. Beyaz gecelerin büyülü atmosferi ilk andan itibaren sizi sarıyor, uykuyu unutuyordunuz, gündüzleri şort ile dolaşmamıza izin veren şehir, akşam olunca kuzeyde olduğunu amansızca hissettiriyordu, değil şort üzerinize bir hırka, bir mont almadan dışarıda durmanıza imkan vermiyordu.
Rus mutfağı ana yemekler konusunda çok başarılı olmasa da pastahanecilik konusunda oldukça başarılıydılar, gittiğimiz yerlerde yediğimiz tatlılar bizi hiç hayal kırıklığına uğratmadı.
Yedi yirmi dört yaşayan bir şehir olmasına rağmen, tüm tabelaların, menülerin kiril alfabesi ile yazılması Avrupalı bir şehir olmasına rağmen, Avrupalı şehirlerin aksine hemen hemen hiç kimsenin İngilizce bilmiyor olması, Rusça bilmeyenler için oldukça büyük bir engel teşkil ediyordu. Fakat biz bu zorluğu hiç yaşamadık yanımızda anadili gibi Rusça konuşan Murat’ımız vardı, bu kadar kısa zamanda bu dili nasıl bu kadar iyi konuşabildiğini hiç sorgulamadık.
Yazının bundan sonraki kısmı kronolojik sıra ile gitmeyecektir, aradan 10 yıl geçince anılar iç içe geçmiş oluyor lakin siz zorlanmadan yapbozun parçalarını zihninizde birleştirip, bizim Rusya maceramızın resmini hayalinizde canlandıracaksınız.
Rus mimarisi ihtişamı ve soğukluğu ile size gerçekten romanlarda geçen zamanlara götürüyor, okuduğunuz o karakterlerden biri oluveriyordunuz. Tek tip, kalın duvarlı devasa yapılar, birer hapishaneyi andırıyordu zaman zaman, binaların içeri açılan avlularındaki bahçeler de bu kanıyı daha da güçlendiriyordu.
Meşhur Rus metrolarına girdiğimiz ilk anı hatırlıyorum ucu bucağı görünmeyen metro tüneli ve yürüyen merdiveni gerçekten ben diyeyim 100 metre siz deyin 500 metre sadece yürüyen merdivenden aşağıya inmemiz sanki 10 dakika sürmüştü gibi geliyor. Aşağıya indiğinizde sizi, buram buram birkaç önceki kuşağa ait ama hala sağlam ve şık duran bir antika gibi karşılıyor istasyon. İnsanlar raylara düşmesin diye istasyon ile raylar bir duvarla örtülü tam metronun kapılarına denk gelen kısımlarındaki kapılar ise metro gelene kadar kapalı duruyor. Burasını niye kapatmışlar diye rehberimize sorduğumda, hergün üç beş kişiyi buradan raylara atıyorlar diyor. O zaman bu şehrin ne kadar güvenli olduğu sorusu beliriyor kafamda tabiki çok da umursamadan yoluma devam ediyorum.
Şehrin en büyük caddesi olan Nevsky Prospect, kaybolduğunuzda can kurtarıyor, bi şekilde orada buluşabiliyorsunuz. Şehir onlarca ada üzerine kurulu, kanallar ve köprüler şehre inanılmaz bir güzellik katıyor. Deli Pedro nun zamanında yaptırdığı anıtsal yapı şehrin bu doğal güzelliğini taçlandırıyor, neresini gezerseniz gezin şehir cömertçe size zenginliklerini sunuyor.
Bu şehir için genelde 3,4 günlük turlar düzenleniyor, biz 4 gün boyunca günde sadece 4,5 saat uyuyup, günde 20 saat gezmemize rağmen, bu şehrin yarısını dahi bitiremediğimizi söyleyebilirim. Bu şehir kesinlikle en az 1 haftayı hak ediyor.
Sadece sokaklarında, parklarında yürüseniz zaten bir hafta geçirebilirsiniz ki şehir müzeleri kadar parkları bakımından da çok zengin, havanın güzel olmasını fırsat bilenler soluğu parklarda alıyorlar, konyaaltı sahilindeymiş gibi de güneşlenmekten mahrum bırakmıyorlar kendilerini.
Bu parklarda kolayca insanlarla iletişime girebiliyorsunuz, aslında ben girebiliyorum çünkü genel kanıyı haklı çıkaracak şekilde, yabancılara karşı aşırı soğuklar gerçi sadece yabancılara karşı değil kendilerine karşı da soğuklar. Ancak ilk adımı siz attığınızda hiçbir zaman karşılıksız bırakmıyorlar, ilk adımı atma noktasında bir problemi olmayan ben, çok fazla kişi ile tanışma fırsatı da buldum, çoğu hatıramdan silinse de hala çok taze olan anım bir kızın elini tutuşumdu, kızın elini tuttuğumda kız çok şaşırmıştı daha önce hiç kimse elini tutmamıştı, bu şekilde bir ilgiye ve yakınlığa alışık değildi. Bu sahne sonrası sokaklarda gördüğüm kadın çöpçüler, kadın at arabacıları, kadın inşaat işçileri, sokaklarda çocukları ile gezen yalnız anneler yaşadıkları hayatlara dair önemli ipuçları veriyordu bana, rehberimizin konuyu daha da detaylara girerek anlatmasından sonra Türk kızları ile Rus kızları arasındaki farkları daha da derinden idrak etmiş oldum ki bu tartışmaya girerek hayatımı tehlikeye atmak istemiyorum.
Hermitage, uzun yıllardır civilization oynayan biri olarak oldukça aşina olduğum bu müze ya da Petro’nun kışlık sarayı hakkında yazılanların ne kadar yetersiz olduğunu kanıtlarcasına size hoş geldiniz diyordu. Şimdi bazıları diyecek yahu dünyanın en büyük müzesini bilgisayar oyunundan öğrenmiş bu ne sığlık, hemen cevap hakkımı kullanayım isterim ama bu cümleyi kuran civilization’ın ne demek olduğunu bilmeyecek kadar sığsa cevaba laik bile değildir diyor ve geçiyorum.
İçerisindeki yüz binlerce eserle gerçekten yıllarca gezmeniz gereken bir müze, beni en çok etkileyen hiç şüphesiz içinde barındırdığı yüzlerce yağlı boya tablo oldu.
Kışlık sarayı gördükten sonra yazlık sarayı görmemezlik yapamazdık tabi ki, bizim yenikapı yalova vapurlarımızın biraz daha küçük kompakt ve tamamen kapalı versiyonları ile Finlandiya denizine doğru açılmaya başladık bu arada, Saint Petersburg’un çoğrafi konumundan çok bahsetmedik ama Rusya’nın en batısında Helsinki ve Tanin’e komşu gerçek anlamda Avrupa açılan bir kapı konumundadır.
Ve meşhur yazlık saray, Peterhof , daha doğrusu, havuzu, çeşmeleri, kilisesi, bahçeleri ile muhteşem bir kompleks. Saint Petersburg ziyaretinizde burayı sakın ola ıskalamayın, bir numara ucubeler müzesi, iki numara Hermitage ise üç numara da kesinlikle Peterhof’tur. Çok söze gerek yok fotoğraflara göz atın ne kadar haklı olduğumu anlayacaksınız.
Şehrin sokaklarında yürüyerek kaybolmak ne kadar güzel olsa da bu kanallar şehrinde bir tekne turu yapmamak olmazdı, kanallarda tekne ile dolaşırken zamandan ve mekandan bağımsız sanki bir hayal aleminden geçiyormuş hissine kapılıyorsunuz.
Sokak sanatçıları, sokak ressamları her yerdeler, sanki galeriden, müzeden firar etmiş gibi saklanan muhteşem eserler bekliyor sizi sürpriz sokak aralarında…
Alışveriş merkezi ya da daha çok bizim Eminönün’deki, Mahmutpaşa’daki hanlarımıza benzeyen yapıların içerisine girdiğinizde sizi bizim hiçbir çarşımızda olmayan bir sürpriz karşılıyor, piyano, keman, eşsiz müzik ziyafeti. Evet St. Petersburg tam anlamıyla bir sanat şehri aynı zamanda bizim geriye dönüp baktığımızda tek pişmanlığımız Opera binasındaki bir konsere katılamamaktı, önceden bilet almadığımızdan sadece pahalı biletler kalmıştı zannedersem onlar da 200 Euro civarıydı biz de opera festivalini kaçırmış onun yerine Ali’nin ısrarları ile bir striptiz kulübüne gitmiştik, ucubeler müzesinde olduğu gibi burada da fotoğraf çekmek yasaktı. Bu kısmı, gece hayatının da oldukça hareketli ve hızlı olduğu dip notunu buraya bırakarak, hızlıca geçiyorum.
Saray Meydanı, Alexander Sütunu, Yeniden Diriliş Katedrali, Pushkin’in Evi, Aziz Vasili Katedrali, Kazan Katedrali, Vasilevsky Adası, Mariinsky Tiyatrosu gibi daha deyinemediğim bir çok yer var, ancak deyinmeyeceğim çünkü kelimelerle anlatmaya kalkarsam kimsenin okumayacağı kadar uzun bir yazı olacağından, fotoğraf sanatının gücüne teslim ediyorum kendimi, alın size şehirden, anıtsal yapılardan, parklardan, sokaklardan gecelerden, gündüzlerden karma fotoğraflar…