“Değişiklikle karşılaşınca değişen aşk, aşk değildir…Aşk gözle değil, ruhla görülür.” William Shakespeare
Bir insanın aklını mı yoksa kalbini mi severiz? Gördüğümüz birinden ya da yeni tanıştığımız birinden kalbimiz mi hoşlanır yoksa beynimiz mi? Yıllardır tartışılan bir sorudur aslında bu. Atina düşünürlerinden tutun da Orta çağ karanlığını bitirmek isteyen aydınlanmacı düşünürlerine kadar herkes bu soru üzerine düşündü. Beyin sadece göze sinyal yollar. Algı dediğimiz şeyi gerçekleştirir. Kalp ise serotonin hormonu salgılayarak bizim duygularımızı meydana getirir. Kalbimiz hoşlandığı biri için normal seyri dışında atmaya başlar. Ve biz buna aşk diyoruz. Biz bunu sevmek olarak tanımlıyoruz.
Karşımızdaki insanın kaşını, gözünü mü severiz yoksa kalbinin içinde taşıdığı sevgiyi mi? Aslına bakacak olursak kişiden kişiye göre değişen bir şeydir bu. Ancak ebediyete kadar var olan aşklar iki kalbin birbirine tüm hatları ile kenetlenmesi durumunda gerçekleşir. İlelebet olan her aşkın altında hiç şüphesiz kalplerinin içinde taşıdığı ruhları gören gözlerdir. Çünkü aşk kalbin içindeki ruhu gören gözden doğar.
Allah’u Teala hiç şüphesiz bir insana iki kol, iki el, iki göz, iki bacak vermiştir. Ama bizim yaşamımızı sağlayan kalbi bir vermiştir. Hiç düşündük mü acaba kalbimiz neden bir tane. Çünkü Allah diğer eşini, ruh ikizini arayıp da bulsun diye kalbi insan oğluna bir vermiştir. Eğer aradığı kalbi bulan insan ise bir pazılın tamamlanması gibi tamamlanır.
Hiçbir din kitabı yazmaz ama sevmek çok kutsal bir meseledir. Ve hiçbir lügatta tam manası yoktur. Sevmek kimi ne göre yanmaktır, kimi ne göre göz yaşı dökmek, kimi ne göre huzur, kimi ne göre ise sadece haz almaktan ibarettir. Maslow’a göre insanın sevgi ve ait olma ihtiyacı vardır. Eğer insan temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra bu ihtiyacı karşılamazsa kendini derin bir boşluğun içinde hisseder. Yani insan bir kalbe yahut birine aidiyet içinde olması gerekir. Çünkü insanların sevmeye ve sevilmeye ihtiyacı vardır.
Sadece insanı değil bir kuşu da sevebilir insan yahut gökyüzünü. Bir rengi ya da bir şehri, bir kitabı, bir müziği de sevebilir insan. Ama insan neyi severse sevsin ruhla, kalple sevsin. Ruhsuz bir insan çorak araziye benzer ne ekilir ne de meyve verir. Sadece bedenden ibarettir.
Sevmek ve sevilmek elbette güzel bir duygudur. Ama karşılıklı olması gerekir. Eğer kalbimizin ruhu biri için heyecanlandığı zaman yahut bir başka canlı ya da cansız varlık için çarptığı an karşı taraftan aynı duyguları alabiliyorsa işte o zaman gerçek aşk var olmuş demektir. İnsan o zaman Dünya’nın tüm yerküresini görmüş olur. Ama karşılık alamadığı takdirde boş bir odanın içinde sıkışmış gibi olur. Görebildiği tek şey dört duvardır.
İnsan sevmeli, gezmeli, yaşamalı, bilmeli. Kalbinin içindeki ruhun doyumunu sağlamalı. Çünkü hayat aldığımız nefeslerle değil, nefesimizi kesen anlarla ölçülür. İnsan ne kadar fazla ruhu ile yaşarsa dünyayı o denli görme şansına sahiptir. Hayattaki varlığımız bizim yaşayabildiğimiz anların toplamı ve anılarımızın ruhumuzu ne kadar doldurabildiği ile aynı ölçüttedir. Sevmek o yüzden kalp ile olur. Kalp ise ruhun güzelliği içindir. Neye aşık ise insan kalbi ile sevmeli. Çünkü kalp ruhun kendisidir.