Kalabalık ve gürültülü şehir, gecenin sessizliğiyle bütünleşirken; dalgalar sahillerdeki ayak izlerini, kimsesiz kalan rüzgar ise gökyüzüne çivi gibi çakılmış sesleri siliyordu.
Bu koca yaramaz şehri; yorgan misali örterken, gecenin yıldızlara hasret kalan koyu mavisi, tek bir lamba dahi yanmıyordu. Sanki bir ittifak vardı; gökyüzü ve evler arasında.
Yarıya kadar çekilmiş perdesi, sessizliği bozan kağıt hışırtısı ve kalem tıkırtıları yükseliyordu tek bir evden. Bir çift uykulu göz bozuyordu, insanların ve şehrin ittifakını.
Yazdıkça ağlıyor, ağladıkça dağılıyordu.
Çoğu zaman bir kin, çoğu zaman hasret şekilleniyordu mürekkebinde.
Bütün yalnızlığını paylaştığı kedisi de terk etmişti onu; açık olan pencereden – dördüncü kattan aşağı – atlayıp dört ayak üstüne düşmüştü biricik kedisi Pamuk’u ve arkasına bile bakmadan salına salına gitmişti. “Nankör.” demişti ardından sadece, tıpkı bir ömür boyu ardından söylenildiği gibi.
Nankör müydü gerçekten?
Hayatını ailesinin yönlendirdiği gibi yaşamadığı için, arkadaşlarıyla çok sık gezmediği için, yeni bir düzen kurabilmek adına onu yıpratan sevgilisini geçmişine gömdüğü için ya da patronunun eksik verdiği maaşlara sessiz kalmadığı için nankör müydü gerçekten?
Hayır kendisi değildi; ama kedisi nankördü.
Birkaç sayfayı daha buruşturup attı, diğerlerinin yanına. Ne zaman ne de hayatına giren insanlar ona iyi davranmamıştı. Hep nankörlükle, bencillikle anılan bu kadın şimdilerde yalnızlığı ile anılıyordu.
Yorgundu kadın, yavaşça ayağa kalktı. Kaybettiklerinin yeni farkına varmıştı. Yanlış zamanlarda doğru kararlarını kurban etmişti hoyrat zamana ve artık her şey için çok geçti.
Perdeyi çekip, odanın ışıklarını söndürdü yaşlı kadın.
Yalnız geçirdiği bir günün daha sonuna gelmişti, yarınsa yine yalnız uyanacağı bir güne başlayacaktı, eğer ruhu bedenini terk etmeseydi gözlerini kapadığında.
Ve yaşlı kadın, sessiz gecede veda etmişti yalnız geçirdiği bir ömre.