Akşamın alacası suya karışmak üzere. Hava iyice kapandı. Neredeyse yağmur indirecek gibi. Yaz yağmuru nasılsa gelip geçer.
Mevlüt Demiryay ile yapılmamış söyleşiyi hatırladım. O sürekli ertelediğim röportaj, şimdi keşkelerimden biri oluverdi. Bu pişmanlık peşimi bırakmayacak biliyorum. Kimdi, hayatını, oynadığı oyunları, buğulu bir pencere camına ilk ne yazacağını, gönlünün kilitlerini, maviye çalan grileri, eflatunları, sonsuz hiçliğin ortasında çekelenen yalnızlıkları, düşbozumlarını, direnişlerini, neden aktör olduğunu sormalı. Duygularını, hayallerini kağıda dökmeliydim. Olmadı. Geç kaldım. Sunturlu bir küfür savurdum kendime. Mevlüt Demiryay’ı “Dönersen Islık Çal”da izlemiştim ilk kez. (“Sinekli Bakkal”da Ragıp yorumunu nasıl unutabilirim?) “Kösem Sultan”, “Arka Bahçe”, “Saygılı Yosma”,”Coriolanus”, “4.Murad”, “Kral Ölüşüyor”,”Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz”, “Ölü Ordunun Generali”nde.
Altı yıl önce Rotary Tiyatro Emek Ödülü’nü Can Murat Yaşar Şengel’den almıştı.
Anlattıklarını hatırlıyorum, puslu görüntüler kalmış aklımda.
“Çoğu zaman çarşamba gelirim tiyatroya pazar matine bitimine kadar da kalırım, geceleri koltuklardan birinde uyurum. Eve gidip gelmek zor.”
“Tuvalet kullanmak en büyük sorun, bizler için yapılmış tuvaletler yok ki..”
“Bana indirimli otobüs kartı veriliyor, güzel de otobüse bu boyla nasıl bineceğimi düşünen var mı?”
Esprileri, tatlı tatlı anlattığı tiyatro anıları, hele Can Doğan ile karşılıklı şakalaşmaları o akşama damgasını vurmuştu. Yeğeninin kucağında gelmişti törene ve o şekilde ayrılmıştı, hatırlıyorum. Gözlerinde ışıkla ayrılmıştı. Sevinçle, mutlu, gururlu ayrılmıştı.Dudaklarında belli etmemeye çalıştığı bir tebessüm…Ne güzel bir insandı. Belli ki kendiyle barışıktı. Arkasında nice bentleri yıkarak gelmiş, her defasında hayatın üstüne üstüne yürümüş olmalıydı. Cesaretle, korkmadan.
Sahnede, perdede yorumladığı karakterler kaldı geriye, acıları kaldı.
Ödül töreni öncesi ordövr tabağına göz atıp:
“Sonra ne servis edileceğini söylerseniz, ona göre yiyeyim. Malum bir avuç yiyebiliyorum ancak ziyan olmasın,” demişti.
Avucu küçücüktü, o avuca kaç kaşık çorba, kaç kaşıl sebze, kaç kaşık peşmelba sığardı? Ölçemedim. Neden bilmem, boğazıma bir düğüm gelip oturmuştu o an. (Şimdi yırtıp buruşturup yere attığım bu kaçıncı kağıt…)
O küçücük adam sahnede devleşiyor, her defasında yarattığı illüzyonla büyüyor, büyüyordu. Sanatı besleyen de mayalayan da acıydı her zaman. Hüsrandı. İçsel kırılışlar ve isyandı. Ne büyük acılara barınak olmuştu o küçücük gövdesi, kim bilir? Farklıydı ya, ötekiydi ya…
Can Doğan’ın veda yazısını az önce yeniden okudum : “Mevlüt… Ufacık bedeniyle hayata 54 yıl direnen sevgili arkadaşım… Dert ortağım, en az ayda bir de olsa telefonla görüştüğüm canım kardeşim.
En son üç hafta falan önce görüştük, emekli olmuş, hayatın zahmetsiz yanını tadmayı planlamış, olmadı, olamadı. Gözyaşı döküyorum ardından… Yeri doldurulamaz derler ya tam da o hesap…
Koltuklara tırmanarak otururdu. Bir gün bana estiler, ona uygun bir koltuk alıp geldim kulise… Nasıl mutlu olduğunu anlatamam. Oysa her yıl yüzlerce koltuk üreten Şehir Tiyatrosu atölyesi bunu yüz kez yapabilirdi. Aklımıza gelmemiş. Aklımız farklı olanlarla ilgili ne kadar sorunlu…
Nurlarda uyu Mevlüt…”
Pencereyi açtım. Tüller uçuşuyor. Bütün o oyunlar geçiverdi gözümün önünden. Mevlüt Demiryay’ı düşündüm. Keşke “Dyonisos’un Çocukları” söyleşi dizimizde konuğumuz olsaydı anlatsaydı. Yavuz ile noktasına, virgülüne dokunmadan yazsaydık.
Yara soğudukça acı verir, derler. Canım yanıyor. Hem de çok. Pişmanlık ve acı bir kol boyu mesafesindeymiş meğer.
İncecik bir ışık hüzmesi sızıyor perdenin aralığından. Göz pınarlarımda giderek çoğalan yağmur esintisi.
Yahya Kemal haklı: “İşte bir gün daha hatıra oldu..”
Ne kadar çabuk!