Varoluşçu psikoterapi akımının öncülerinden Avusturya asıllı olan Victor Frankl Viyana’da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Henüz ilköğretim yıllarında, hocalarına sorduğu sorular onun Tıp’a ve felsefeye ilgi duyduğunu gösterir.
Özellikle okul sırasında yaşadığı iki olay onun geleceğini derinden etkiler. Tabiat Bilgisi dersinde hocası, hayatın bir yanma mekanizmasından ibaret olduğunu söylediğinde Frankl, “Eğer hayat anlattığınızdan başka bir şey değilse, o zaman bütün bu yaşadıklarımızın ne anlamı var?” diyerek hayatın anlamıyla ilgili kaygısını dışa vurur. İkinci olay ise intihar eden bir arkadaşının elinde Nietzsche’nin bir kitabının bulunması, Frankl ’da dünya görüşü ile hayatın oluşumu arasında varoluşsal bir bağın olması gerektiği düşüncesini doğurur. Bu olay Frankl ile Nihilizm arasındaki savaşın başlangıcını temsil eder. Görüldüğü gibi Frankl’ın, Logoterapi’nin temellerini, toplama kampı deneyimlerinden çok daha önce, çocukluk yıllarında oluşturduğu anlaşılıyor.
Frankl’ın arkadaşının elinde Nietzsche’nin bir eserini görmesi aslında ilginç de bir tesadüftür. Nietzsche’ye göre nihilizm kavramı, yaşamın anlamıyla ilgilidir. Frankl’ in ileride oluşturacağı felsefeye zıt olarak yaşamın herhangi bir anlamının olmadığını ifade eder. Eserlerinin çoğunda insanın merhametini eleştirir ve zayıfları hakir görür.
Gariptir ki hayatı boyunca merhameti, zayıflığı eleştiren Nietzsche’nin delirmesi de merhamet duygusu ile bağlantılıdır;
Nietzsche bir sabah yolda giderken yürümediği için atını kırbaçlayan bir faytoncu görür. Zavallı hayvan çok bitkin görünüyordur. Hiç gücü kalmamıştır. Atın hiç hali olmamasına rağmen, sahibi onu hareket ettirmek için hiç durmadan kırbaçlıyordu.
Nietzsche gördüğü şey karşısında dehşete düşmüştü. Hızla oraya yaklaştı. Faytoncunun bu davranışını kınadıktan sonra, Nietzsche yere çöken ata yaklaştı, sarıldı ve ağlamaya başladı. Görgü tanıkları, atlara birkaç kelimeyi mırıldandığını, fakat ne söylediğini anlayamadıklarını söyledi. Efsaneye göre filozofun son sözleri “Anne, ben bir aptalım” olmuştu. Tam o sırada bilincini kaybetti, zihni sonsuza kadar sürecek bir değişime uğradı.
Çoğu insan Nietzsche’nin yaşadığı olayın, akıl hastalığının neden olduğu akıl dışı eylemlerden ibaret olduğunu düşünüyordu. Bazıları ise bu olayın daha içsel ve daha derin bir anlamı olduğunu savunuyor.
Eğitim hayatına Tıp ile devam eden Frankl, öğrenimini Schopenhauer üzerine yaptığı psikanalisttik bir çalışmayla tamamlar.
Schopenhauer aynı zamanda Nietzsche’yi de çok etkilemiş bir isimdir. Nietzsche yaşadığı sarsıntı ve ıstırapla başa çıkmaya çalışırken bir gün kütüphanede Schopenhauer ‘un “İstenç ve Tasarım Olarak Dünya” adlı ünlü yaptı eline geçer, bir solukta okur ve adeta büyülenir.
Schopenhauer bu yapıtında “insanın yaşamının anlamı mutluluğu aramaktır” diyordu; ama “asla ona ulaşamaz” diye de ekliyordu. Çünkü ona göre “yaşam acılarla doludur, mutlu olmak için hiç acı çekmemek mümkün değildi, asıl olan hiç acı çekmemek değil, en az acıyla yaşamı bitirebilmekti.” Nietzsche bu noktada acıdan kaçınmak yerine onu pişmek için kullanmak gerektiği fikrine ulaştı. Bu felsefesini şu veciz sözü ile dile getirdi:
“Beni öldürmeyen acı güçlendirir.” Nietzsche
Frankl 1930 yılında doktorluk ünvanını alır ve aynı tarihten itibaren Viyana Üniversitesi Nöropsikiyatri Kliniğinde çalışmaya başlar. Buradaki gözlemleri, anlamsızlık duygusunun hastalıklarda en önemli kaynaklardan birisi olduğu şeklindeki kanaatini güçlendirir.
Frankl’ın adeta yeniden doğuşunu hazırlayan; kişisel hayatının yanında akademik hayatını da derinden etkileyen en önemli olay ise toplama kampı deneyimidir.1942 yılından 1945 yılına kadar ailesini kaybettiği Auschwitz ve Dachau’daki Nazi toplama kamplarında yaşamıştır. Her an gaz odalarına gönderilme korkusuyla yaşayan Frankl, ancak 1946 yılında hürriyetine kavuşabilir. Fakat kız kardeşi dışında tüm ailesi gaz odalarında can vermiştir. Bu acı gerçeği üç yıl boyunca ailesine kavuşabilme umuduyla yaşayan Frankl, 1946’da Viyana’ya döndüğünde öğrenecektir.
Frankl’e göre; Nazi kampında geçirdiği dönemde gözlemleri sonucunda geleceğe dönük bir anlama yönelen esirler ya da evde onları bekleyen birini düşünenler hayatta kalma şansına en fazla sahip olan kişiler olduğunu ve bu kişilerin genç ya da yaşlı olmalarının durumu değiştirmediğini de ilave eder. Yani güçlü bir anlam yönelimine sahip olan kişilerin hayatta kalma ihtimali çok daha fazla yüksekti. Frankl’e göre bunun bir benzeri, bir bütün olarak insanlık için de geçerlidir, Bir bütün olarak insanlığın hayatta kalabilmesi için bir umut varsa bu ancak anlam yönelimine bağlı olarak gerçekleşebilecektir. İnsanlığın hayatta kalması, insanlığın ortak anlam ve değerlerinin farkına varması ile mümkün olabilecektir. Bir yaşam amacına ya da anlama sahip olmanın bireyin varlığını sürdürmesindeki önemini fark eden Frankl, bu konuyu kuramının ana teması olarak kabul eder. Böylelikle bireylerin yaşamlarında bir anlam bulmalarına yardım etmek için bir terapi yöntemi olan Logoterapi’yi geliştirir. Logoterapi, yaşamın her koşulda, hatta en kötü koşullar altında bile potansiyel olarak var olduğunu varsayar.
Frank’la göre çağdaş zamanların varoluşçu stres ve kaygısının temel kaynağı anlam yokluğudur. Ona göre yaşamın anlamı insandan insana, günden güne, saatten saate farklılık göstermektedir. Önemli olan genelde yaşamın anlamı değil, daha çok belli bir zaman diliminde insan yaşamının özel anlamıdır. Ona göre bireyin, soyut bir anlam arayışına girmemesi gerekir. Frankl, insanın düşünebileceği en kötü koşullara bile direnerek ve mücadele ederek, göğüs gerebileceğini söyler. Ancak kişinin hayata asılması için, yaşamı ve ölümü anlamlı kılacak bir nedeni, uğruna yaşayacak bir şeyi olması gerekir. Her bireyin yaşamında bir mesleği, özel dostları, hobileri ve uğruna mücadele edeceği idealleri bulunmalıdır. Frankl, yaşamdaki her durumun insana meydan okuduğunu ve çözülecek bir dizi sorun ile insanı karşı karşıya bıraktığını ileri sürer. Frankl’a göre yaşamın gerçek anlamı, kişinin kendi içinde ya da kendi ruhunda değil, dünyada keşfedilmelidir. Bu temel özelliği “insan varoluşunun kendini aşkınlığı” olarak adlandırır.
Frankl yaşamda anlam bulmanın temelinde, bireyin sorumluluklarını almasını görmekte, anlam bulmanın diğer yolu olarak sevgiyi göstermektedir. Bir başka insanın kişiliğini en derininden, çekirdeğinden kavramanın tek yolu sevgidir. İyilik, doğruluk, doğayı sevmek ve insanı sevmek, yaşama anlam katan önemli değerlerdir. İnsan sevmediği sürece, başka insanların özünün farkına varamaz. Sevgi yoluyla birey, sevdiği insanın sahip olduğu potansiyelleri görebilir ve potansiyellerini gerçekleştirmesine yardımcı olabilir. Sonuç olarak insan, anlam arayan ve anlamla yaşayan bir varlıktır. Anlam onun için bir ihtiyaçtır. Anlam arayışı da bu ihtiyacın bir dışavurumudur.
İnsanın Anlam Arayışı adlı kitabının başarısı ile ilgili de Frankl şöyle söylüyor; Doğrusu ben burada kitaba dair bir başarıdan ziyade bugün yaşanan kitlesel nevrozun semptomlarını görüyorum. Çünkü, eğer yüz binlerce kişi başlığında hayatın anlamlı olup olmadığı sorusuyla ilgilenen bir kitabın peşinden koşuyorsa bu şunun göstergesidir: Anlam arayışının kendisine ket vurulmuş durumda. Ve her geçen gün daha fazla hasta çok derin bir anlamsızlık, boşluk içine düşme şikayetiyle psikiyatristlere başvuruyor. Bu yüzden ben bu durumu “varoluşsal boşluk” olarak adlandırıyorum.
Ek olarak Varoluşçuluk denince akla ilk gelen isimlerden olan Jean Paul Sartre’nin görüşünü de desteklemediğini dile getiriyor. Sartre; Yaşamlarımızın mutlak anlamsızlığını cesaretle kabul etmemiz gerektiğini söylüyor. Frankl ise; sadece insanı yetersizliğimizi, entelektüel ve rasyonel açıdan nihai anlamı kavrama yetersizliğimizi kabul etmek zorunda olduğumuzu düşünüyor.