İnsan olabilmek bir sanat ve bu sanatı hakkıyla icra edebilmeyi öğrenmek için çoğu zaman bir ömür yetmiyor, ruha. Hükümranlığını bizden önce kanıtlamış bir belirsizliğe doğuyoruz, yalnızlığı ana rahminden kabir soğuğuna dek anbean yaşıyoruz ama o yalnızlığımıza zaman zaman kendi yalnızlıklarıyla eşlik eden başka yolcularla beraber büyüyoruz, dönüşüyoruz.
Özellikle çocukken karşımıza çıkan bu başka yaşamların baş kahramanları; kendi öykülerimizde, hikayenin henüz yeni yeni temellenmesiyle derin etkiler bırakabiliyor. Bunlardan en önemlileri, görece tasasız bebekliğin bitişiyle çalkantılı ergenliğin sonuna kadar geçen sürede en çok etkileşimde bulunduğumuz öğretmenlerdir diyebiliriz.
Türkiye’de Öğretmen Olmak
Hal böyle olunca öğretmenler aslında “öğretici” kimliklerinin yanı sıra fazlasıyla zor bir misyonu da üstleniyor: güvenli çevresinden hayatın fedakarlık talep eden yakıcılığına geçerken kendini gerçekleştirmekte zorlanan küçük insanların bazen karanlığına ışık tutmak, bazen önlerindeki engelleri kaldırmak, bazen de hiçbir çıkışı olmayan baskıcı dünyalarında yeni bir yol bulmak…
Çünkü saf bilgi belli bir zeka kapasitesi ve uğruna çalışmakla edinilebilir, bu bilgi de yine benzer koşullara sahip birisi tarafından aktarılabilir ancak öğretmenlik bundan ibaret değildir. Hele ki Türkiye gibi arafta kalmış bir ülkede asla.
Biz ki 600 yıl boyu kula kulluk ederken cahilliğine derman bulamadan oy pusulasının başına geçirilen, kitabını okumadığı bir dinin müritliğini yaparken içgüdüleriyle zıt düşen, Orta Asya’dan getirdiği tozu dumanı Avrupa’nın içine eken bir “aradakiler” zümresi… Karın tokluğuyla hayalleri arasında kalıp açlığı ikindi uykusuna yatırmayı seçenlerin ülkesi… Bu toplumda geleceği inşaya çalışmak zorun çok ötesinde kalıyor. Doğusunda da batısında da öğretmen olabilmek onlarca farklı gerçekle yüzleşmeyi zorunlu kılıyor çünkü.
Kalorifersiz, sobasız bir köy okulunda; karlara bata çıka yürüyerek okula gelen minicik öğrencisinin ayağındaki ona iki numara küçük gelen tek çarığının yamasını yapmak aslında Türkiye’de öğretmen olmak. İki basamaklı yaşlara henüz ulaşabilmişken feminen davranışlarından dolayı işittiği hakaretler yüzünden kendinden nefret eden çocuğu, insan olduğuna; içinden geldiği gibi davranmanın değil, başkalarını kendisine benzemediği için ezmenin yanlış bir davranış olduğuna inandırmak, onu kendisiyle barıştırmak; arkadaşının cevabını gördüğü için yanıtını bildiği soruyu cevaplamayan bir çocuk yetiştirmek, hakimlerin muhtaç olduğu adaleti onun zihninde büyütmek; hırsızlık yapan babasından aldığı nam, kaderi olmasın diye bir çocuğun üzerine titremek; davranışların miras değil kişisel olduğunu öğretmek, bu gerçeklerden pay alan hayat kesitlerinden yalnızca birkaçı.
Türkiye’de Öğretmenlerin Yaşadığı Sorunlar
Bugün, 2019 Türkiye’sinde öğretmenlerin birçok sorunu var: atanamamaktan fazlasıyla düşük maaşlara, saygınlıklarının ellerinden alınmasından gördükleri ikinci sınıf çalışan muamelesine, zorunlu hizmet adına kurdukları hayatı bırakıp bambaşka bir yaşama göç etmelerine değin.
Ancak bunlar biraz daha buzdağının görünen kısmı, matematiksel veriler ve aslında bazı düzenlemelerle halledilebilecek sorunlar. Halbuki ülkemizde gerçek öğretmenlerin bana göre en büyük sorunu; kendilerini öğretmen kürsüsünün arkasına hapsetmeye çalışan devlet, yönetici ve yalnızca maaşıyla ilgilenen dinozor meslektaşları arasından sıyrılıp olmayan imkanlar yaratarak diğer toplumlardaki yaşıtlarından çok daha ağır darbeler almış çocukları iyileştirmeye çalışmak, hem de kendileri de içlerinde bu ağır yaralı çocuklardan barındırıyorken.
Bu yüzden Türkiye’de öğretmen olmak; kendin bile tam değilken onarmak, korumak, deva olmak bence. Çok zordur, çok acıdır ama hakkı verilerek yapıldığında, onlarca çocuğu nakış işler gibi hayata hazırlayıp yıllar sonra onların bir selamını işiterek onurunu daima göğsünde taşımaktır, bir nevi.