Onca şeye, hayal, beklentilere, hayallere, isteklere, düşüncelere, eylemlere ve hepsinin birleşip bir bomba edasıyla patlayarak bizi yaralamasına rağmen, neden halen daha, bizdeniz standart koşullardaki bir insan olarak, kalkıp da benzer standartlıktaki bir insanı isteme gereği duyuyoruz?
Olan bitenlerden hiç mi ders almıyoruz? Alamıyoruz?
Aşk bizim için tam olarak neyi ifade ediyor bu hayatta?
İnsan neden, hayatının herhangi bir ama bilinç sahip olmaya başladığı andan itibaren, neredeyse yaşayacağı her döneminde, vazgeçmeksizin aşkı istiyor?
Her seven kavuşamaz bunu biliyoruz, filmler ve kitaplar biraz fazla pembe kaçıyor bir hayli, bu da cepte, peki neden halen daha istiyoruz ulan!
Neden halen daha çatırdamış kuru kemiği görüyor oluşumuza rağmen, bile bile lades diyecek kadar dikkatsiz bakıyor gözlerimiz, bu ladeseyse düşünmeden tamam diyecek kadar toy bizim kalbimiz?
Çünkü varoluşsal yazgılarımıza yenik düşüyoruz, huzurlu bir evin, iyi bir eşin, melek gibi bir evladın, güzel bir ailenin, var olabilmesi için, hunharca hayaller kuruyor, gerektiğinde alttan alıyor, her şeye rağmen, bütün bombalar üzerimizde patlamasına, kolumuzu bacağımızı koparmasına rağmen, halen daha sanki gözümüzü çevirdiğimiz her yerde göreceğimiz o devasa “Son” yazılı tabelayı ve peşi sıra esecek olan buhran fırtınasını, onun da arkasında pusuda bekleyen koskocaman gerçeği göremiyor oluşumuz, kesinlikle içler acısı.
Ne olursa olsun insan, insan istemeye devam edecek, sevmek için gelmişiz bu hayata, sadece bir sebep arıyoruz sevmek için, birini arıyoruz, diğer yarımız sanacağımız insanı arıyoruz. Hatalar yapıyoruz, kalpler kırıyoruz, yeri geliyor bizim de kalbimiz her yerinden ziyadesiyle kırılıyor. Gün oluyor umutlanıyoruz, gece çöküyor hüsrana düşüyor, hayallerden itiliyoruz, normalde hiç yapmayacağımız şeyleri yapıyor ve resmen kendimizle çelişiyoruz.
Ardından bir ağlama krizi geliyor ve esir alıyor gözlerimizi, titreme geliyor devamında, sulu gözlerle etrafa bakarak istiyoruz bu kez de diğer yarımızı, akıllanamıyoruz adeta, aşkı istiyoruz hep, yalnızca sevmek ve sevilmek istiyoruz.
Bu zamanda birbirini bulabilenler varsa ne ala! Öyle şanslılar ki!
Acaba milyonların, hatta milyarların, onların yerinde olmak istediğinden, hatta olabilmeleri için gerekirse yeri göğü inletecek kadar çok istediğinden, haberdarlar mı?
Yoksa yalnızca sevme sevilme döngüsünün akışına, sevginin masumiyetine mi adadılar kendilerini?
Henüz kaybetmemiş oldukları güvenlerini içlerinde büyüttükçe büyüttüler mi yoksa?
Ya da kaybedilen güveni zar zor da olsa, kor ateşte paramparça olan bir kılıcı yeniden döver gibi dövüp, eskisinden daha keskin ve daha deneyimli bir hale getirdiler de o sayede mi buldular sevilmenin, dillere destan mutluluk versiyonundan hallice olan o meşhur formülünü?
Nasıl oldu da sevebildiler?
Ah! Bir zamanlar adım soyadım kadar aşina olduğum bir duyguya karşı şu an da “Nasıl” diye bakıyor ve adeta sebebini sorguluyor olmam, bu hayatta hiçbir şeyin kesinliği olmadığını kanıtlar nitelikte değil mi sizce de?
Alışmak kadar acı bir şey yok hayatta ki insan bazen alıştığını, sevdiği zannedip yıllarını heba, veyahut aylarını zehir zemberek edebiliyor kendisine.
Bencil olmayalım, ilişki bir birliktelik işidir ve iki insanın birbiriyle olan iletişiminin güzelliğine bakar, anlaşmazlıklar ise tek taraftan patlak verdiği durumlarda bile asla sırf tek taraf yüzünden değildir o patlama.
Vardır bir bit yeniği, döngüyü kıran, alışılagelmedik şeyler. Tek tarafın üzerine yıkılamayacak kadar ağırdır, sona ermiş olan bir ilişkinin bertaraf edilmiş duvarları.
Sonu gelmiş olan her şeyde en az iki insanın payı vardır.
Aynısı başlangıçlar içinde geçerli aslında.
Bir insan bir insanı arzularken, muhakkak onu da biri arzuluyordur o sıra.
Kaderinde olan kişi veyahut yalnızca imtihanlarından bir tanesi olabilir bu arzunun kaynağında yatan insan, lakin yatıyordur muhakkak biri. Çekiyoruz zira kader ortağımız ile birbirimizi.
Anlayacağınız hayat hep bizi istemeye itiyor, istiyoruz ama kimi?
Çok içeriden birini mi?
Peki ya tarifi olmayan hisleri?
Onları istemek, sahi maceraperestlik mi?
O halde insanın kendinde olanı aynadaki hariç bir başka yüzde istemesi, nasıl bir bencillik olabilir ki?
Farklılık o kadar da gerekli mi ki? Bana kalırsa bir hayli gerek.
Sevgi ve aşk, her daim kusurların örtülebilmesi, sudan sebeplerin önemsenmemesi, kalplerin aynı ritimde çarpabilmesi, aynı anda iki insanın, farklılıklara rağmen birbirini istemesi değil miydi?
“Ben sen de beni görsem de sen de göremediğim bana rağmen istedim seni” Demek, sanıldığı kadar çaresizlik mi?
Yoksa insan, yaşadığı ve doğruyu bulamadığı sürece muhakkak, insan istemeye devam edecek olan, farkındalığın farkına varamayacak kadar da romantik yaratılan bir varlık mı?
Belki de İnsan, artık aynaya bakmayı kesmeli, kendinden olan, içeriden uzanan ele sırtını dönmeli, sevginin farklılıkları da kapsayabileceğini anlamalı, ruhuna ruhdaş değil de yoluna yandaş aramalı.
Hatta daha da iyisi, aramaya bir son verip, hayatın tadını çıkarmalı, zira ölümün kendisinin kaçınılmaz gerçeği olacağı ana kadar ki zamanı, doğru insanı arayarak değil, onu arayan doğru insanın ve kendi geleceğinin doğru insanı olabilmek uğruna, kendine yeni yeni cevherler katarak geçirmeli.
Ne de olsa sevgi, arandığı zaman bulunacak kadar kolay, bulunduğunda hemen alınacak kadar çabuk, kaybedildiğinde yerine hemencecik bir yenisi koyulabilecek kadar da basit değil.
E lafa gelince üç günlük dünya ama bizim planların vadesi bir hayli uzun kalıyor da aşk ve sevgi söz konusu olunca, insan sabretmek ne, beklemek ne “Doğru” şekilde istemek ne, kesinlikle hiç mi hiç bilmiyor.
Zaman ise dövme işini ağırdan ala ala uyguluyor insana, onlarca savaşa sokuyor, hepsinde yara aldırıyor, devamında öyle böyle kazandırıyor, ta ki bir gün bir savaşta fethi simgeleyen sancağı tutan elini bu kez, yine aynı şekilde nice savaşlardan çıkmış olan bir galibe, son zaferin paylaşılacağı tek kişiye denk getirene kadar.
Sonrasında ise bir çığlık yükseliyor sancağın dikildiği tepenin ardından “Bulundu! Formül bulundu!”