Çözemedim zibilyon tane sorunun içinde boğuşmaktan yorulup derin bir nefes almak istediğimde pencereye koşardım. Bu bir nebze teselli olurdu benim için. Başka bir şehirde başka insanlarla yaşamaya başladığım günden bu yana o zibilyon tane sorun zibilyonla çarpıldı ve artık içinden çıkılmaz bir hâl aldı.
Derdi veren Allah’tır. Bir şikayetim yok. Dermanı verecek olan da Allah’tır. Benim sorunum kendimle. Hadi pireyi deve yaptın, kabul. Ama neden o devenin sırtına atlayıp yola çıkacağın yerde devenin senin tepene binmesine ve ağırlığı altında ezilmene sebebiyet veriyorsun. Ömrümün yarısından fazlasını sırtımdaki o deveyle güreşerek geçirdim ve hâlâ oturduğu yerden bir santim kıpırdamadığına göre ben yediğim çiftelerle kalakaldım demek oluyor. Pes etmiş değilim. Her sabah kalkıp onu biraz dürtüklüyorum. Göğsümün üstünde oturup nefesimi tıkayan ayıyla arkadaş olacaklar ki her dürtüklememde deve de tıpkı ayı gibi iyice yerleşiyor yerine. İkisine de savaş açtım ama cephanem tükeniyor.
Deve ve ayı, geldiğim bu yeni şehirde beni sorgusuz sualsiz takip etti. Onların varlığı olmadan da yeterince sıkıntı ve stres içerisindeydim. Yataktan kalkmak için bile bacaklarımı hareket ettirecek gücü kendimde bulamadığım onlarca sabah oldu. Bazen yolda yürürken huzursuzluktan bacaklarım titrerdi. Bu şehirdeki herkes benden daha mı mutlu diye anlam veremediğim bir sorgulamayla mücadeleye giriştim. Fırsatım oldukça bu şehirden de bu şehre dair anılardan da kaçmaya çalışıyorum ama çevremdeki herkes buradan memnun, yaşam şekillerinden ve gündelik rutinlerinden.
Eve her dönüşümde deve ve ayı inzivaya çekiliyor. O cehenneme döneceğim gün yaklaştıkça deve geliyor, omuzlarıma tırmanıyor. Ayı, yemiş yemiş kilo almış âdeta. Göğsümün üstünde kış uykusuna yatıyor. Hayatla tek başıma mücadele edebilmek için o cehennemin bana yardım edeceğini ummuştum.
Ama insan kendi içindeki cehennemden kaçamadıktan sonra mekânın bir önemi kalmıyor. Sorun çevremdeki insanların anlamsız mutluluğu değilmiş meğer. Ben mutlu olmayı hiçbir zaman öğrenemedim, mutsuzluğumu burda da peşimden sürüklüyorum. Kendime duyduğum öfke bitmek bilmiyor ve ateşi her gün daha da körükleniyor.
Elimi tutmayan herkese ayrıca kızgınım. Beni, şöyle yap böyle yap diyerek benim zaten binlerce kez denediğim ve duvara tosladığım çıkmaz sokaklara yönlendirmeleri kızdırıyor beni. Birinin elinden tutmayı, nasihat vermek sananlar var. Nasihatler ne o deveyi oradan kaldırıyor ne ayıyı kış uykusundan uyandırıp göğsümden inmeye ikna ediyor. Mutlu olman lazım dedikten sonra sırf ayıp olmasın diye yüzüne yumruk indirmediğim insanların elimi tuttuklarını sanmaları beni kontrolsüzce güldürüyor. Benim gerçekten ızdırap çekmekten zevk aldığıma mı inanıyorlar yoksa kelime dağarcıkları ancak bu cümleleri kurmaya mı yetiyor inanın bana bilmiyorum.
Doğuştan melankolik olan zihnimin içinde dönüp duran şeytan sürüsünü gütmeyi öğrenemedim bir türlü. Kimse nasıl yapacağımı göstermedi, göstermiyor da. Kendi başımın çaresine bakmayı öğrenmek istiyorum ama mental sağlığım her geçen gün uçurumun ucundan yuvarlanacak gibi dururken bırakın başımın çaresine bakmayı, adım atamıyorum. Ruhsal acının fiziksel acıdan daha ağır olduğunu kim söylemişse epey zekiymiş, belli. Bir parol attığında ağrın hafifliyor ama göğsünün üzerinde oturan ayıya ve omuzlarında tüneyen deveye çare olacak bir ilaç bilmiyorsun. Bilmiyoruz. En azından ben bilmiyorum.
Deve ve ayıyla, çocukluk ve ilk gençlik yıllarımı zehir ettikten sonra kendimi içimde olduğunu bilmediğim bir cehennemden kurtarmaya karar vermiştim ama sihirli sandığım yaşı aynı deve ve ayıyla geçirdiğime göre o karar alındığıyla kalmış. Hiçbir zaman azimli bir insan olmadım, bir şeyin gerçekleşmesi için iki kere çabalamıyorum. Çabalamam gerektiğini biliyorum ama çabalamaya çalışınca içine düştüğüm bataklıktan çıkmak bana birkaç aya mâl oluyor. Bu yüzden olsa gerek bir şeyler ters gittiğinde bırakıyorum biraz daha ters gitsin.
Dibi görmeye bunca yaklaşmışken insan hiçbir şey yapmak istemiyor. Düşmeye ne zaman başladım tam hatırlamıyorum ama dibe ulaşmam bir türlü mümkün olmadı.