BİLİNDİK BİR YABANCI:
Bazı hisler olur ya. Bir insanı ilk defa gördüğünüz anlarda sıkça devreye girer o hisler hatta. Sanki hep tanıyormuş gibi hisseder, zerre yabancılık çekmeyiz mevzubahis şahıslara dair. Şaşırarak garip bir hayranlık besleriz içimizde, bir yabancıyı bu denli tanıyor gibi hissediyor oluşumuzun afallaması vardır üzerimizde. Her geçen gün biraz daha çekiliriz dipsiz kuyunun içine ve bir yerden sonra sahiden de tutamayız ipin ucunu, çok istesek de.
Anlamadan etmeden kaptırırız kendimizi düşmekte olduğumuz kuyunun serinliğine.
Bembeyaz olur tenimiz, İyi gelip gelmeyeceğini anlamadığımız suyun etkisiyle buz keser titreriz. Onca damlanın ardından şu an gördüğümüz de onlardan hallice bir serap zannederiz ilk başta.
Kendimizi kaptırmanın da kandırmanın da alemi yok der ve sıkıca ipe tutulup kuyudan çıkmak isteriz.
Ne kadar içeriden gelirse gelsin, yol yakınken vazgeçsin. Tek dileğimiz budur kendisinden.
İş işten geçti mi bilinmez ama güzel duyguları yitirdi yüreğimiz.
İHTİMALLERE BEL BAĞLAMAMAK GEREK:
Geriye kalan, nispeten huzur kokan günlerimizi de ihtimallerin acımasızlığına bağlamamak gerek iyi biliriz. Zira o ihtimaller ışığında insan yer yer merhaba bile diyemeden veda edebiliyor sevmelerin o tatlı mı tatlı can alıcı olasılığına.
Aşksızlık denen bir ihtimal daha var mesela.
Onu da düşünelim.
İhtimaller yalnızca iyi olaylar üzerine kurulamaz ne de olsa.
Bazen insanın kendi hayatının bile isteye içinden geçiyor oluşu da geçmişinde yalnızca bir ihtimalden ibaretti ama bakın, artık kişinin tek gerçeği, yanlış simalarda yitirilen, çarçur edilip kaybedilen masum gülüşlerinin nedeni.
İnsan böyle düşünmek istemiyor tabi. İhtimal dediğimizde, yalnızca iyi şeylerin olacağına kendini endeksleyerek hayatın kendine olasılıklar bakımından yalnızca güzellikleri getireceğine inanmak istiyor. Hayatta hep bir dala ihtiyaç var elbet, insan da ihtimaller denkleminin yalnızca buz dağının görünen kısmındaki toz pembe olan halini kabullenmek istiyor, kendi ruh sağlığını olabildiğinden daha iyi lanse edebilmek adına keza.
Yarım kalan hikâyeleri iyi dinlerseniz eğer onların aslında sona eren ihtimallerden birkaçı olduğunu fark edersiniz. Nasıl biterse bitsin bir dönem iki tarafında birbirini istemekte oluşu yüzde kaçlık bir ihtimaldir mesela?
Yüz mü? Yetmiş mi yoksa?
Yetmemiş ama baksanıza, kavuşamamış eller. Her mevsimde üşümelerine olamıyoruz engel.
Ayrılıkların da bir zamanlar ihtimal oluşu, ne denli can sıkan bir olay değil mi seven adına?
Sizin yana yakıla sevdiğiniz ve her fırsatta belirttiğiniz bir insan var hayatınızda, oysa o insanın aklında veda çanları çalmaya başlamış çoktan. Filmin sonunda bir terk ediş var tek taraftan kopan iki tarafı da yıkan.
TERK EDENİN ÖZLEM DUYGUSU:
Terk edenlerin, geçmişteki masum duygularını, ilklerini, özlemeye hakları yok mudur? İnsanı değil bakın, duyguları. Seviyor olduğundan emin olan bir insanın iç huzuru kadar rahatlatan az şey vardır hayatta. Birini sevdiğinize dair zerre şüphenizin olmadığını düşünsenize?
Ne kadar da güzel bir duygu değil mi o eminlik güdüsüne sahip olabilmek.
Dağlara taşlara “Seviyorum” yazabilmek.
Bizzat yaşarken çoğumuz farkında değiliz aslında ama ilişki bitme noktasına gelmeden defalarca biter.
Kimi cümleler bir defa söylenmez misal.
Ayna karşısında ya da yakın bir arkadaşla prova edilir.
Toparlanabilecek düzey aşıldığındaysa provalar daha acı vaziyetlerde gerçek hayata uyarlanarak mevzubahis hikâyelere son noktayı koyar. Bazılarımız o noktayı yıllarca virgül sanar, devamının olmayacağını çok sonraları anlar.
YABANCI GELENİN YABANCI KALDIĞI İHTİMALLERE:
Her ayrılık başka bir merhabaya açılan kapı, her kırık ihtimalse sonsuzluğa armağan edilecek bir aşka vedaydı.
Kavuşmaların bazıları mahşere bile kalmadı.
Yalnızca akılda, ihtimal olarak anımsandı.
O kadar çok ihtimal güzellemesi yapar olduk ki gerçekleşmeyen onlarca ihtimalimizi sayamayız artık.
Çok ama çok hoşlandığınız bir insanla aranızda geçecek olan iki dakikalık konuşma hiç geçmedi ve onun hayatında bir ihtimalden ibaret kaldınız. Aynı şekilde günün birinde birisi de sizi çok sevdi ve size söyleyemeden ara sahnelerin birinde hayatınızdan geçip gitti.
Bu tarz olaylarda bir yerden sonra kabullenilmek mecburiyetinde olduğumuz bir ihtimal, hatta gerçek varsa, o da yabancı gelenin yabancı gitmesidir.
Atılamayan adımlar ya da vazgeçilen buluşmalar, merhabasını ötelediğimiz için gerçekleşmeyen ne denli ihtimaller var mazimizde.
Her ne kadar çok mu çok istesek de kimi adımlardan ne denli korktuğumuz, vazgeçişlerimizin doğrultusunda üstünü çizdiğimiz güzide insanlardan ötürü hayli aşikâr olduğumuz bir kanı.
Günlerce hayalini kurdunuz tek bir anın. Onlarca kez düşündünüz uyumadan önce neler diyeceğinizi ona. Kendinizi hazırlamaya başladınız malum merhabaya, sonra ne oldu?
Olmadı, yapamadınız, nedir peki yapamama nedeniniz?
Hadi biraz da bunu konuşalım.
ALIŞILMIŞ YALNIZLIĞIN İSTEKSİZ ELVEDASI:
Aradan belki hayli zaman geçti ayrılalı. Onlarca kez denemiş ya da kendinizi komple yalnızlığa itmiş olabilirsiniz, bilemem, eğer bu satırları benzer duygularla okuyorsanız muhtemelen alışmış olduğunuz yalnızlığınıza veda etmekte zorlanıyorsunuz.
E haksız da değilsiniz.
Onca yılı birlikte geçirdiğiniz insanla bir gelecek kuramamış olmak bir yana dursun, ondan sonra gelenlerin de hayli güvensiz tipler oluşuyla kendinizi hepten mahzenlere zincirleyip kalbinize yalnızca kan pompalaması gerektiğini hatırlatıp, bir kâse mısır, gazoz ve de ara film tadında bir eserin eşliğinde şahsınıza münhasır geçen akşamlar, yeni bir ekşi birliktelikten çok daha cazip geliyor insana, amiyane tabirle konfor alanı.
Bu nedenle de yalnızlık lütfunu olabildiğince değerlendirmeyi tercih ediyorsunuz.
Tabii içten içe sevilmeyi arzulayan yanınızı bastırmak da filmin sonu yaklaştığı, saat çift sıfırı geride bıraktığı anda gerçek anlamda zorlaşmaya başlıyor.
Ondan sonra ne oluyor peki?
Sizin filminiz uzun bir aradan (!) sonra yeniden vizyona giriyor. Sonunu izleyemeden ite kaka kendinizi uyutup yine içinizdeki yalnızlık aşkına yenik düşüyorsunuz.
Kalan yalnız günlerinizin büyük çoğunluğundaysa bu mesele kendini tekrar ederek sizi gönül bağlamında bilinmezliğe açılan kapıların eşiğine sürüklüyor.
Yeni bir birlikteliğe başlamadan evvel aşılması gereken en büyük sorun kesinlikle aşırıya gelmiş yalnızlık düşkünlüğü diyebilirim.
YALNIZLIK LÜKS MÜ LANET Mİ:
Akıllarda o soru.
Psikoloğun dediği kadar derine olmasa da sorunun temel kaynağını bulacak kadar emin olduğumuz bir kazıyı nihayet bitirdik ve yalnızlığa dair bir hayranlık, kimileri içinse üşengeçlik bulduk tünelin sonunda.
Lüks müdür yalnızlık, ilk başta evet lükstür. Her ayrılık sonrası yalnızlık ilk aylarda insana hayli lüks gelir. İstediği gibi gezip tozmaya, istediği kadar insanla konuşmaya, doyamaz gününü gün etmelere ama saatler akşamı gösterdiğinde, eve gelip duvarla sabahlara kadar muhabbet edişlerinden de kaçamaz çoğu zaman.
Ya bir işi vardır erkenden uykuya zorlar kendini, bir şekilde başarıp zıbarır.
Ya da o gecenin mesaisi hayli can sıkacaktır.
İşte tam da bu nokta, yalnızlığın bir lüks olmaktan çıkıp lanet olmaya doğru ilerlemesi, hatta son hızla şarampole toslamasıdır.
Klişeleşmiş bir lafsa gündüzleri yüzünde gülücükler olan insanların gecelere sığmayan dertlerinin oluşudur. Işıktan herkes kaçar, derdini tasasını günün güzelliği karşısında heba etmeyi istemez kimse.
Geceyse bu konularda daha insafsızdır. Yer yer adeta nefes bile aldırmaz. Dizer boğaza tüm oksijeni. Tıkar nefesi. Acıtır kalbi yarım kalan aşkların bitmek bilmeyen veda merasimleri.
Geçmişin geçmişte kaldığı anlarda da bu kez geleceğin olasılıkları karşılar akşam vakitlerinde bizi.
“Yabancılar” deriz onlara.
NEDEN Mİ YABANCILAR:
Yıllarını, yarım kalacağının farkında olmadığı aşkların temellerini atmaya harcayan insanlar, ayrılığın ardından uzunca bir süre yalnız kalmayı kendine atfedilmiş bir teselli olarak görür. Nerede sevgi görse oradan uzaklaşır. O uzaklaştıkça sevgiler ona yaklaşır ama farkına varmaz yabancıların. Her yarım kalanın bir köşe başında onu izleyen ihtimali, kendisinin asla karşılaşmayacağı, yabancı gelip yabancı gidecek olanı vardır.
Böyle nitelendiriyorum artık, yabancı diye. Zira ben değil yabancıları anlamaya, direkt olarak o duygulara yabancıyım, aşkta meşkte geçmiş baksanıza benden, kaç yaşında adamım!
Böyle deyince de kendimi hayli ihtiyara vuruyorum ama halen daha yirmilerinin ilk çeyreğindeki bir oğlanım ama yüreğimin yaşı hakkında konuşmayalım. O son dört senedir çifter çıkıyor basamakları.
Biz dönelim yabancılara. Yabancıların yabancı kalmasına müsaade etmek ya da en kötü bir merhaba demek, tamamen bizim elimizde aslında.
Ne de olsa tanışma düşüncesi olanlar, yabancı kalmamak adına bir şeyler yapmaya çalışıyorlar, kimi zaman sahiden de başarıyorlar bunu. Bir şekilde bir yabancı çekiyor sevgilerle arasına duvarlar örmüş olanın dikkatini, sonra karşılıklı ihtimaller doğuyor, adımlar atılıyor. Kişilerin ideolojisi uyuşursa şayet bir arkadaşlık, hatta kimi zaman ilişki de başlayabiliyor.
Uyuşuyor ama üşeniyorsak da başlamak üzereyken otogardaki arabalar molalarına erken veda ediyor, kişi seveceğinden uzaklaşıyor. Kafa yapılarının yani ideolojilerin uyuşmadığı senaryo da ise “bir arkadaşa bakıp çıkacaktım.” Güzellemesiyle taraflar işin içinden sıyrılıyor.
Yabancılara da tam olarak bu sebepten ötürü yabancı deniyor. Hiçbir zaman bizi tanıyacak kadar yakınımızda olmadıkları, yalnızlığın saltanatını yıkamadıkları, iğne ipliğine bağlı heveslerimize makas darbesi oldukları için yabancılar.
Kimisi yanlış zamanın doğru insanı hatta.
DOĞRU ZAMANKEN “YABANCI” OLANLAR:
Bakıyorsun kafa yapısı olarak on üzeri on bir kimya seziliyor dışarıdan, sonra takvim yapraklarını açıyorsun, eyvah da eyvah! Zaman çok alakasız yaprakların birinde sıkışıp kalmış, kaplumbağa adımlarıyla ilerliyor, olmayacak anlaşılan.
Bir de bunun daha kötüsü varsa o da zamanın doğru, kalbin yeniden sevmeye müsait olduğu anlarda gelen yanlış insanların doğru sanıldığı ikilem. O da biraz evvel üzerinden geçtiğim sürece doğru itiyor bizi yeniden.
Zaman yanlış oluyor, insan doğru geliyor. Zamanın yorgunluğu nedeniyle bir selam dahi veresimiz gelmiyor. En güzel aşklar hep yanlış zamanlarımızda karşımıza çıkıyor. Ziyan etmelere doyamıyoruz güzelim ihtimalleri. Oysa bir deneseydik belki her şey yoluna girecekti.
Artık bilemeyiz. İş işten çoktan geçti.
Yanlış zaman yanlış insan paradoksunda sıkışıp kalmamak adına farkına varılması gereken koskoca bir gerçeği yatıracağım şimdi masaya:
SONSUZ PARADOKS:
Siz bunun çözüleceğine dair inancınızı kilitleyip, doğru insanın doğru zamanda karşınıza çıkacağına dair kör bir düşünceyi benimseyin, yolun bir yarısını daha atlattıktan sonra kocaman bir duvara toslayacaksınız ama haberiniz olsun.
Doğru insan her şeyin mükemmel olmasını bekliyor sanıyorsunuz sizinle tanışmak için ama işin aslı öyle değil. Sadece henüz onunla karşılaşmadınız veya tanıyor ama farkında değilsiniz aklınızdaki insanın doğru olup olmadığının.
Hayattaki destansı aşk hikâyelerine, çevremizdekilerin yaşadıkları birlikteliklere, masallardaki ya da yan komşunuzdaki, kısaca tüm leyla ve mecnunlara bakarsanız benzer bir cümlenin, birlikteliği yaşayan kişiler tarafından sıkça zikrediliyor olduğunu görebilirsiniz.
“Her şeyin üstesinden birlikte geldik.” Evet, şu an okurken bile birçoğunuzun aklına belli başlı bazı çiftler geldi. Her şeyin üstesinden birlikte gelen örnek çiftler.
Unutmayalım ki hayat bize elmamızın yarısını pişmeden de gönderebilir, belki henüz çok tecrübesiz birisi bir iki sene içerisinde sizin deneyimizin bilmem kaç katı niteliğinde bir birlikteliği yaşayıp acısını atlattıktan sonra karşınıza çıkacak ve sizin yaşadıklarınızı daha hızlı atlatacak. Ya da siz birkaç olumsuz ilişkinin ardından en son turnayı gözünden vurduğunuzda, karşınızdakinin ilk aşkı olacaksınız.
Ya da tam tersi, dördüncü aşkını yaşayacak olan bir insanla, kendi adınıza ilklerinizi yaşayacaksınız.
Her şey deneyim mi peki?
Doğru ve yanlış zaman bu şekilde mi değerlendirilmeli?
Elbette hayır.
Doğuştan gelip değiştirilemeyen unsurlar da vardır.
Örneğin kiminin ailesi varlıklıdır, kendisiyse baskın bir kişiliğe sahiptir ve arkadaş çevresi de hayli itibarlıdır.
Ona biraz daha ayakları yere basan, kendi kendini sağlam bir konuma getirebilmiş olgun birisi denk gelebilir.
Kiminde oturaklı bir karakterin yanı sıra, çekingen tavırlar vardır ama nerede ne konuşması gerektiğini bilen birisidir. Böyle birine de daha zıpır, tez canlı, atılgan birisi gelebilir ki hayatı hep ciddi tonlarda seyir etmesin.
Nitekim kaste ettiğim, ilişki sizi siz olmaktan çıkarıyorsa o ilişki değildir.
Netice de bizim amacımız iki farklı geleceği tek çatı altında toplamak, o halde bazı sorumlulukları alabiliriz.
Sevgiyi çöpe atıp her seferinde “Yanlış zamanmış/insanmış” savunmasını yapmak bir yerden sonra işin içinden çıkaramayacak sevmelere hevessizi.
Geçmişteki anılarını tek başlarına ya da eski partnerleriyle atlatan insanların, kim bilir, belki de geleceklerinde “Her şeyin üstesinden birlikte geldik.” Diyeceği ebedi yol arkadaşları siz olacaksınız.
Derler ya hani, başına değil de sonuna bakmak lazım diye hikâyenin.
Yarım kalan ne varsa kalması gerektiği, zaman ne olursa olsun vedaların gerektiği filmlermiş önceki yaşanmışlıklarımız.
Gelecekten bir beklentiniz varsa şayet travmalarınızı kapatma adına, yemeklerinize, kahvelerinize bir ortak bulmak olamaz ana amaç.
Âşık olarak evlenmiyorsanız dahi bir yastıkta saygı ve sevgi ile kocayacak olgunluğa erişmişseniz huzurlu bir yuvanız olsun.
Aksi halde şimdiden iyi bir avukat tutup, mal paylaşım listenizi oluşturmanızı tavsiye ederim.
Zira kalabalık bir salonda haykırarak “Evet” dediğiniz kişinin ertesi gün yabancılaşacağınız yakınlık ve samimiyette olması, malumun ilanını tez duyurur.