Varlığını ne olarak sürdürürsen sürdür bir kez adın çıkmayagörsün. Bu zalim yargı günler için bile geçerli. Misal, garibim pazartesi günü… Bir defa karalanmış artık ismi. Haftanın ilk günü neticede ve ismi son derece sevimsiz geliyor kulağa. İsminin her geçtiği muhabbette dokuz sekizlik bir atasözü beliriyor düşüncemde. Elimde değil çünkü bir defa ”Adı çıkmış dokuza inmez sekize.” Bu, pazartesi günü adına vahim bir durum.
Hakkındaki bütün olumsuz kanıları bertaraf edip objektif olmak gerekirse benim nazarımda asıl nefret edilecek gün; şüphesiz pazar günü. Sıklıkla, pazar gününün akşamlarında uyku tutmaz beni. Cuma günleri dahi erkenden uykum gelir ama pazar akşamları göz kapaklarım kapanmamak için resmen cebelleşirler benimle. Bir haziran akşamı yine tarih tekerrür etti ve bir türlü uyuyamadım. Kalktım, gecenin bir buçuğunda bilgisayarı açtım, nescafe yaptım. İyi ki filmler var.. Özellikle, iyi ki yerli filmler var. Yabancı film izlemeyi pek sevmem de…
Her zaman yaptığım gibi yerli dram filmlerine bir göz attım ve ”Çekmeceler” filminde karar kıldım. İki saati aşkın süresi olan bir film. Süresiyle adeta Bollywood’a nazire yapmak için çekilmiş. Film başlamazdan önce ekranda beliren ibareyi okuyunca ‘bu film izlenir abicim dedim,’ kendi kendime. Biyografik filmler başlı başına gerçekçi filmlerdir çünkü. Fantastik filmlerdeki gibi saçma sapan sahnelere küfür etme gereği duymazsınız. Adam, ev kirasını ödeyememiş, evden atılmıştır, sonrasında bunalıma girmiş intihar etmiştir. Kadın, aldatılmıştır sonra haklı olarak naif kimliğinden sıyrılmış, bir canavara dönüşmüştür ve terör estirmiştir. Ya da sıradan bir vatandaş belirli aşamalardan geçerek usta bir ressam yahut sefil bir müzisyen gibi bir şeyler olmuştur. Bir nevi başarı ya da başarısızlık öyküsü anlatılır filmde. Hayatın ta kendisidir yani biyografik filmler.
İlk başta çok keyif almasam da film biraz ilerledikten sonra flashback sahnelerin ustalığı iyice filmin içine çekti beni. ”Deniz” ismindeki bir kızın hikâyesi üzerine kurulmuş bir film. ”Çekmeceler, kilitler ve anahtarlar” adı altında üç bölümden oluşuyor. Ana karakter bildiğiniz yollu bir kız. (Gerçek hayattaki ana karakteri tenzih ederek konuşuyorum. Yorumum, ”Deniz” üzerinden…) Filmin son derece etkileyici sahneleri var. En çok etkilendiklerim; babası Ayhan’ın Deniz’e ”Sen orospu oldun, annen seni kendisine benzetti. Orospusun artık,” dediğinde, Deniz’in ”Ben orospu değilim baba. Bedavaya veriyorum, zevk için veriyorum ben,” sahnesi ve yine babası Ayhan’ın kızı Deniz liseye giderken okul çıkışına, Deniz’i almaya gidişi ve tekin olmayan yer hakkındaki Deniz’i uyarı sahnesi… Ve de Deniz’in babasına ilk kızışında gidip kendisini o tekin olmayan yerin koynuna atması.
Senarist, yapımcı, yönetmen yahut film ombudsmanı değilim. Fakat şu da bir gerçek ki bir filmi analiz etmek için işin mekteplisi olmaya gerek yok. Beni etkileyen şey filmin sanatsal yönünden ziyade konusu oldu. Deniz’in rahatsızlığı üzerindeki belirtileri irdelemeye çalıştım kendimce. Rahatsız kişilerde suçu hep karşı tarafa atma psikolojisi ağır basıyor. Bunu deneyimledim. Yaptığı şeyi adeta basit bir hata olarak gören Deniz’in hayat felsefesini diğer yanlış kadınlara entegre ettiğimde birebir örtüştü.
Kişi, düzelmeyi istemedikçe düzelmiyor. Yanlış yolda yanlış kişilerle karşılaşması da; ”Ama herkes aynı, hiç kimse masum değil,” iddiasında bulunmasına yol açıyor. Çatal bir yol ayrımında asfalt yol ayan beyan görünüyorken kişinin her defasında çamurlu yola sapıp sonrasında da ‘ayaklarım çamur oldu’ serzenişinde bulunmasında ne mantığı aranabilir ki? Ve yine iki gün sonra aynı yol ayrımına gelip yine çamur olan yolu tercih etmesinde hiçbir mantık aranamayacağı gibi… ”Mümin bir delikten iki defa sokulmaz,” hadis-i şerifi adeta bu durumun yol göstericisi niteliğinde. Buna ilave olarak; hata, tekrarlanmadığı sürece hatadır. Aynı hata sürekli tekrarlanıyorsa o artık hata değil yaşam tarzıdır denilebilir. Deniz için de bu durum geçerli. Batmak istedi, battı!
Filmin sonunda yine rezil karakter Deniz’e bir bok olmadı. Yediği onca çük yanına kâr kaldı. Ayhan öldü. Hayattaki gibi… Rezil bir hayat yaşayan karakter hiçbir şey olmamış gibi yaşantısına kaldığı yerden devam etti. Düşünüp tasalanan, kahrolan adam öldü. Filmin sonu istediğim gibi bitmediğinden de uykum temelli kaçtı.
Arama motoruna ”nemfomanyak” yazınca bir film daha çıktı karşıma. Başrollerini Charlotte Gainsbourg ve Stellan Skarsgård’ın paylaştığı, gösterime ilk olarak Danimarka’da giren ”Nymphomaniac” filmi… Bu filmde de ”Joe” karakteri bizim Deniz’in yabancı versiyonu… Gittikleri yol, yaptıkları aptallıklar aşağı yukarı aynı. ”Nato mermer nato kafa!” sözünü doğrular nitelikteki basitlikler. Filmin sonunda ne oldu dersiniz? Kahretsin ki yine tamamen masum ”Seligman” karakteri öldü. Daha doğrusu, Joe tarafından öldürüldü. Neredeyse erkek ırkının onda birine veren Joe, Seligman bir kere isteyince namus timsali kesildi ve Seligman’ı tek kurşunla öldürdü. Sokayım böyle aşkın ızdırabına.
İzlediğim ikinci film de bitince sinirle kapattım bilgisayarımı. Saatime bakınca alarmın çalmasına kırk beş dakika kaldığını anladım. Uyumak için değmeyecek kadar kısa bir zaman olmasına karşın yatağıma uzandım.
Gece yarısı boyunca aynı türden iki film izleyince filmlerden etkilenmemek kaçınılmaz. Gözlerimin kapanmasına şahitlik eder derecede bilincim açıkken ve kendimi uykunun eşsiz kollarına teslim ediyorken aniden bir hikâye belirdi aklımda:
Kısa boylu, çirkin ve miyop bir kızdı ana karakter. İri burunlu bir şey. Kaşlarını alsa bir sevimsiz, almasa başka… El tırnaklarını yemekten tırnakları kısacık kalmış. Gözlerinin altlarında irinli, küçük küçük sivilcemsi benekler var. Yanaklarının her iki yanında da güneş lekeleri… Alnında çopur izlerinin etkisini anımsatan çok sayıda küçük küçük delikler…
Bu kadar sevimsizliği yetmezmiş, kendisini bilmezmiş gibi bir de orospuluk macerasına atılıyor bu basit şey. Üstelik bu maceraya atılması için de Deniz kadar geçerli (en azından Deniz kadar geçerli) bir mazereti de yok. Anne ve babası boşanmamış ve tek kızları durumundaki kızlarını da çok seviyorlar. Okutmuş, öğretmen yapmışlar bu ucubeyi. Ama istisnai bir durum da olsa ”Okumak cahilliği almış, eşeklik baki.”
Kızımız dışarıda ele güne karşı hanımefendi yatakta ise tam bir doyumsuz oluyor orospuluğa başlama kararı alınca. Her iki göğsü aynı anda uyarılsa da sol göğsünün ucu sağ göğüs ucundan çok daha belirgin duruma geliyor. Her gün başka bir abazanın gönlünü eğliyor evinde. Bazen, ucuz elbiselere sarıp kendi vücudunu paket yaparak götürüyor üç kuruşluk şerefsizlerin evine.
Sonra düzülme faslı bitiyor adamlar hevesini alınca kıçına tekmeyi basıyorlar bu aşağılık şeyin. Çok kısa bir süreliğine yalnızlaşıyor, üzülme faslı başlıyor. Tabii bu sırada sözde öğretmenlik mesleğini de icra ediyor öğretmen müsveddesi hanımefendi(!) Bakıyor olacak gibi değil, şekli şemaili hiç de önemli olmayan ne idüğü belirsiz bir adamın altına yatmayalı koskoca iki gün geçmiş, hayıflanıyor. Atıyor kendisini çatal yol ayrımındaki çamur yola ve hoooop koynunda bir adam. Ama orospu değil kendisi, kesinlikle! Çünkü canı istediği için veriyor, zevk aldığı için veriyor. Ve işin enteresan yanı tip tip herifler kendisiyle yattığı için kendisini bir halt zannedip çekici olduğunu düşünüyor. Ama bu rezillikte unuttuğu bir atalar sözü var onu kaçırıyor: ”Bedava sirke baldan tatlı.”
Derken tayin dönemi geliyor kızımızın. Koskoca metropolün orospusu sade bir köy okuluna atanıyor bu sefer. İç Anadolu bozkırının tam orta yerine… Köy ufak yer olduğundan ve henüz oralarda kimse kendisini tanımadığından yeni görev yerinde hanım hanımcık bir modda takılıyor ilk başlarda. Köyde ondan iyisi yok. Ama ‘alışmış kudurmuştan beter’ ve gün geliyor canına tak ediyor bu rahibe hayatı. İlk olarak okulun en ezik karakteri olan erkek öğretmene atıyor kancayı. İşin kurdu olduğundan kim nasıl elde edilir en ince detayına kadar biliyor. Bir iki derken ilk çinkoyu tamamlıyor örtmen!
İki uzun metraj filmden sonra benim hikâyem nereye doğru gidecekti bilemiyorum ama alarmın çalmasıyla birlikte hikâyem de sona erdi. Uyandığımda, ‘sen de iyiden iyiye hikâyeci oldun oğlum,’ dedim içimden. Ardından başka bir şeritten yol alan diğer iç sesim konuyu sonsuza dek kapattı: ”Hadi ordan len dingil! Kalk üstünü giyin, işe geç kalacaksın. Hem dur bakalım. Dün bir, bugün iki. Bir edebî yönün eksikti. Şaptın şeker oldun!”
Not: Uyku ürünü son hikâyem sürreal bir hikâye tadında olsa da tam da böylesi bir bozkır köyünde öğretmenlik yapmaya devam eden ve böylesi iğrenç bir yaşam sürmüş ve halen de ısrarla bu hayatı sürdüren ve anlattığım hikâye için ‘eksiği var fazlası yok, aslında çok masum bir hikâye bile olmuş diyebilirim,’ diyen bir şahıs, kısmen de olsa bu hikâyemde kendisini bulmuşsa hikâyemi, daha doğrusu hikâyesini seve seve sahiplenebilir. Bu hikâyem, hikâyelerine sahip çıkanlara ithaf olunur. Hiç hak etmeseler de…