Herkese selamlar. Bugün pek çoğumuzun bir şekilde, bir yerlerde tanıştığı, aşina olduğu, zamanında kıymeti bilinmese de ölümünden yıllar sonra büyük ilgi gören, pek çok insanın hayranlığını kazanan bir yazarı, şairi konuşmak istiyorum sizlerle. Bahsini ettiğim usta; boş kağıda hayat veren, mapushane duvarlarını dile getirip pek çok insanın dert ortağı olan Sabahattin Ali’dir. Kimimiz Kürk Mantolu Madonna kitabında Raif Efendi karakterini yaratan, sır dolu hayatına şahitlik etmemizi sağlayan, kısa mutluluklar yaşatsa da çoğu zaman hüzünlendiren yazar olarak tanıyor olabilir. Kimimiz de Kuyucaklı Yusuf kitabını ele alıp öksüz, yetim olan baş karakterin acıklı hikayesine şahitlik ettiren, acılara, haksızlıklara, ezilmelere, dışlanmalara nasıl göğüs gerdiğine tanıklık etmemizi sağlayan yazar olarak tanımlayabilir. Kimimiz de farkında bile olmadan Edip Akbayram’ın seslendirdiği Aldırma Gönlüm şarkısını dinleyip hüzünlenirken, uzaklara dalıp giderken aslında Sabahattin Ali’nin Sinop Cezaevi’ndeki acılarına dert ortaklığı etmiş olabilir. “Bir sitem yolla Allah’a” derken isyanına, “Görecek günler var daha, aldırma gönül aldırma.” Dizelerini dinlerken kendini teselli etmesine, “Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma” derken zor günlerden geçse de savunduğu görüşlerin arkasında durmasından dolayı kendisini takdir etmesine, “Dışarıda deli dalgalar gelip duvarları yalar, seni hep bu sesler oyalar aldırma gönül aldırma.” Derken denize sıfır olan Sinop hapishanesinde yattığı zaman diliminde bir kere bile denizi görmeyip dalga sesleri ile yetinmesine şahitlik ettiğimizden bir haber olabiliriz. Kimimiz de Sabahattin Ali’nin görüşlerini, ideolojisini, siyasi duruşunu, yansıttığı, romanı İçimizdeki Şeytan’dan tanıyoruzdur. Kitabında savunduğu gibi görüşü şu cümleler ile vurgulamaktadır “Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması. İçimizde şeytan yok; aciz var, tembellik var. İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey var: Hakikatleri görmekten kaçma itiyadı var.” Bu sahip olduğu görüşleri savunmak, yaşamak da baş karakter olan Ömer’e düşmüştür.
Pek çoğumuz Sabahattin Ali ile bir yerlerde bir şekilde tanışmışızdır; ama onu ne kadar tanıyoruz, hayatına ne miktarda kulak verdik? Bir yazarı daha iyi anlayıp, eserlerini daha anlamlı kılmanın o kişinin yaşamına, hayat mücadelesine şahitlik etmekten geçtiğini düşünmekteyim. O halde kulak verelim Sabahattin Ali’ye.
İçine kapanık, sessiz bir çocuk olan Sabahattin Ali çevresinden ziyade kendi içine yönelmeyi tercih etmiştir. Bunu da şu cümlelerle ifade etmekte “Göreceksiniz ya ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım. Hakiki hayatım benim için can sıkıcı bir rüyadan başka bir şey değildir.” Kafasının içinde yaşadıklarını yaşatmak için, içinde bulunduğu melankolik havadan, ailevi problemlerin boğucu etkisinden kaçıp kendine çare olmak için yazılarına sarılmaya o dönemlerde başlamıştı. İlerleyen yıllarda ünlü isimlerle farklı dergiler çıkarmıştır. Aynı zamanda yüzyıllar da geçse okuyucusu eksik olmayacak kitaplar kaleme almış. Almış almasına ama özgürce yazmanın bedelini esarete mahkum edilmekle ödemiş. Tutsak olmasına olmuş ama yazma isteğini, diline vuramadıklarını kağıtlara aktarmasına kimse engel olamamış. Aydın Hapishanesinde Kuyucaklı Yusuf ile tanışmış. Sinop Cezaevinde ise Karadeniz’in hırçın dalga seslerinden ilham alarak duygularını, içinde bulunduğu durumu kelimelere dökerek Aldırma Gönül şiirini ortaya koymuş. Daha sonrasında hapisten çıkmış ama aynı zamanda mesleğinden de menedilmiştir. Öğretmenliğe geri dönebilmek için çok fazla çabalar ve en sonunda başarır. Zorlukların üst üste geldiği gibi güzellikler de üst üste gelir Sabahattin Ali’nin hayatında. “Ben şimdiye kadar her şeyden çok kitaplarımı severdim. Bundan sonra her şeyden çok seni seveceğim ve kitapları birlikte seveceğiz.” Dediği Aliye’si ile tanışmıştır. Ama hayat yeter sana bu kadar mutluluk dercesine yeniden sıkıntıların, dertlerin içine bırakıverir. İçimizdeki Şeytan kitabını yayınlaması üzerine büyük eleştirilere maruz kalır. Nihat Atsız “İçimizdeki Şeytanlar” yazısı ile ağır eleştirilerini okuyuculara sunar. Sabahattin Ali bunun üzerine dava açar ve kazanır ama bu tekrardan işini kaybetmesinin önüne geçemez. Artık sarılacak tek umutları, bağı, kazancı kitapları ve dergileri olduğunu düşünerek onlara ağırlık verir. Bu sefer de darbeyi Markopaşa isimli siyasi mizah dergisinde hiç sakınmadan savunduğu görüşlerinden dolayı yer. Tekrardan parmaklıklar ardına mahkum edilir. Hapishaneden çıktıktan sonra tutunacak bir dal, iş, kazanç kalmadığının farkındadır ve “Gidersem istikbalimi kaybedecektim. Fakat durursam aklımı.” Dediği son raddeye gelmiştir. Yurt dışına gitmeye karar vermiştir ama her şeyin yolunda gitmesine alışık olmadığı hayatında yine bir engelle karşılaşmış, pasaport alamamıştır. Ama bu sefer gözünü karartan Sabahattin Ali pasaportu yoksa pasaportsuz bir şekilde kaçarak gidecektir. Kaçmadan önce de eşi Aliye Hanım’a yazdığı mektupta şu satırlara yer vermiş “Sen bu satırları okurken ben İtalya, Fransa veya İngiltere’de olacağım.” Hayat yine kurgulayıp, tasarladığı gibi gitmesine izin vermemiş. Ne İtalya’ya varabilmiş ne de İngiltere’ye. Üç ay sonrasında Kırklareli sınırlarında cesedi bir çoban tarafından bulunmuş. Ölümünün nasıl gerçekleştiği hakkında hala bir bilgi mevcut değildir.
Nefes aldığı müddetçe görüşlerine, “kafasının içindekilere” sahip çıkmayı bırakmayan bedeli ne olursa olsun ödeyen ve her defasında yeniden başlayan ya da kaldığı yerden devam eden bir yazar, şair… O an görmediği kıymeti, değeri, övgüyü bugün biz okurlar okuyarak, okutarak, anlamaya çalışarak vermemiz gerektiği görüşündeyim.
Feyza ÜNSA