21. yüzyılın “dating” kültürüne uyum sağlamakta biraz zorlandığımı itiraf etmeliyim. Sonu bir türlü gelmeyen romantik romanların ve filmlerin de bu durum üzerindeki etkisi göz ardı edilemez elbette.
Geçenlerde bir “date”e çıktım. Öncesinde kısa bir süre konuşmuştuk zaten, e takipleşiyorduk da. “Kahve falan içelim ya, it’s a date, ehe” falan bir şeyler oldu sonuç olarak. Güzel vakit de geçirdim, onda da bir sıkıntı yok. Ama ne bileyim, içime sinmiyor sanki bir şeyler.
Ben istiyorum ki; birini sesini duymak istediğim için arayayım, aramam gerektiğini düşündüğüm için değil. Onu görmek istediğim için kahve içmeye davet edeyim, kahve içmemiz gerektiği için görüşmeyelim. Ben istiyorum ki; yaptığımız her şeyi biz istediğimiz için yapalım, “dating” kültürüne uyum sağlamak için ya da yapmamız “gerektiğini” düşündüğümüz için değil.
Biriyle görüşmeye başladığım zaman, onu hayatıma dahil etmek istediğim için çabalamak istiyorum. Onunla vakit geçirmek, gülüşünü görmek istediğim için çabalamak istiyorum. Randevular, sayısı birden fazla olan flörtler, artık içi boşalmış iltifatlar ve güzel sözler… Karşımdaki kişiyi güzel bulduğum için “çok güzelsin” diyebilmek istiyorum ben. O kişi bunu beklediği için değil.
İlişkinin merkezinde biz olalım ve beklentilerden, kalıplardan, üçüncü kişilerin düşüncelerinden sıyrılmış, en çıplak, en öz kendimiz olalım istiyorum; “dating kültürü” değil.
Her şey çok hızlı ilerliyor gibi hissediyorum.
Çok kolay tanışıyoruz. Çok hızlı görüşüyoruz. Birkaç kez bir şeyler içip belki birkaç defa da sevişiyoruz. Sonra herkes kendi yeni eşleşmelerine gidiyor. Süreç tekrarlanıyor. Her yeni kişide tekrar, tekrar, tekrar, tekrar, tekrar.
Duygulara vakit ayırmadan, vakit ayırmadığımız duyguların boşluğunun bir şekilde dolmasını bekleyerek tüketiyoruz, tüketiyoruz, tüketiyoruz.
Çok hızlı yanıp çok hızlı tükeniyoruz. Kutuda başka bir kibrit kalmadığı zaman, duygusal açlığımızı ne şekilde gidereceğiz?