Ellerim cebimde ayaklarım ıslanmış halde yürüyordum. Yoldaki küçük çukurlara basmamak için dirensemde yağmurun şiddetiyle ıslanmaktan kaçınamıyordum. Köşe başını döndüğümde tekmil verecekmiş gibi aniden duraladım. Öyle sinsi bir koku geldi ki burnuma ona teslim oldum, evet! Freddor’un kahve dükkanından geliyordu. O an ihtiyacım olan bir battaniye gibi parmak uçlarımdan dizlerime doğru göğüs kafesime sarındı. Hızlı adımlarla dükkana yönelip kapıyı açtım, nostaljik bir zili vardı ev gibi hissettiren hatta bir çıngırak denebilir. Ayak izlerimden ve kolumdan damlayan su beni utandırıyordu barın arkadasında duran delikanlıya “afedersin genç adam buraları biraz ıslattım” dedim. Genç öyle sinmişki büfenin üstüne başını kaldırıp baygın gözlerle bana baktı ve önemli değil der gibi başını salladı. “Bir şey arzu eder misiniz? Ben de birazdan kapatacağım” dedi. “Eğer mümkünse bana sıcak bir şeyler verir misin? Kahvenin kokusu beni buraya çekti hızlıca içip gideceğim” dedim. Ağır ağır yerinden kalkıp bara yaklaştı ve atom parçalar edasıyla hazır olan kahveyi bir bardağa döktü. Ben kapının önünde kımıldamadan bekliyordum daha fazla etrafı çamur etmek istemediğim için yani kendimce bir nezaket iç güdüsüyle. Gencin barın üstüne bıraktığı kahveye hamle yapacakken dükkanın kapısı hiddetle açılıp bana çarptı. Neler olduğunu anlayamadan ayağımın kaymasıyla yere düştüm. İçimde küfür kıyamet panayırı varken düştüğüm yerden yüzümü döndüğümde bazı şeyler yavaşlamaya başladı. Yerimden kalkmam sanki yıl sürmüştü başımı bardaki kahveye çevirdiğimde dalga dalga sallanıyordu ağır çekimde. Genç adam buğulu sesiyle “kahve” diyordu evet görüyordum bardaktaki şeyin kahve olduğunu lakin idrak edemiyordum. Her şey ağır çekimle hareket ediyor kulaklarıma uğultulu,puslu sesler olarak yansıyordu. Elimle ğöğsümü yokladım, içimde bir yanma bana vurulduğumu düşündürmüştü. Kalbim sanki trübündeki holiganların davula vurması gibi “güm güm” atıyordu. Tanrım! Karşımdaki şey hareket edip benimle konuşmaya çalıştı. Gözlerimin neden dolduğunu, davranışlarımdaki bu garipliği ve neler olduğunu bilmiyordum. Yanağına düşen dalgalı saçları, yağmurda ıslanmış yer çekimine dirayetleri kirpikleri, madenin dibinde bulunmuş pırlanta gözleri, soğuktan kızarmış yanakları, tiftiklenmiş kahverengi atkısı, anlatmaya doyamayacağım güzelliğiyle beni bu hâle getiren edası…
Bazı şeyler normal seyrine döndüğünde “iyi misiniz?” Dedi. Değilim der gibi başımı salladım. Yaşadığım şey derin bir kaygıya dönüşmüştü. Dakikalar içinde sayısız duygunun beni esir alması ve çoğunun sarsıcı kaygılar olması nasıl bir his bilir misiniz? Otuz yıllık ömrümde kaç kütüphane dolduracak kitap okudum, kaç paket mendil bitirecek aşk filmi izledim ya da “aşk şudur” diyen kaç kendini bilmezle karşılaştım bilmiyordum. Aşkın tarifini artık kimse yapamazdı bana çünkü biliyordum canımdan en içerden hissediyordum. Tariflerle olacak iş değildi bu! O nasıl diyecektim ki “seni bir daha göremezsem aklımı kaybedeceğim! ” Deli ya da şıp sevdi bir adam olduğumu düşünecekti. Ben saniyeler içinde kendimle boğuşurken “artık kapatmam gerek” dedi münasebetsiz genç. Anladık yahu! Cebimden ne verdiğime bakmadan bir iki kağıt para bıraktım barın üstüne ve tüm cesaretimi toplayıp “ isterseniz beraber çıkalım kahve içemeyeceğiz ikimiz de” diyerek kurabileceğim en yalın cümleyi defalarca kekeleyerek parmaklarımla oynayarak kurdum. Durumu kabullenip yapacak bir şey yok der gibi omuzlarını kaldırdı ve dükkandan çıktık. Aklımda yüzlerce cümle tepişiyordu yani ne söylesem de onu daha fazla ürkütmeden -hareketlerimi yeterince garipsemiştir- beraber yürümeye ya da başka bir yerde bir şeyler içmeye davet etsem diye düşünüyordum. Birbirimize bakıyorduk ki ona ömrüm boyunca ihtiyaç duyacağımı bunca yıl sanki hep onu aradığımı söylüyordum. Pekala içimden. Bu bahsettiğim saniyelerde uygun cümleyi bulup ona söyleyecektim ki dudağından doğru bir kör kurşun girdi kalbime. “İşte bu son dolmuş size iyi akşamlar” diyerek ben daha kılımı kıpırdatamadan el ettiği dolmuşa bindi ve gitti.
Sıkıca sarıldığım şefkatli bir el tarafında terkedilmiş gibi hissediyordum. Piyangonun vurduğu bileti rüzgara kaptırmış fukara çaresizliği çöktü içime. Lunaparkta kaybolmuş küçük bir çoçuk oluverdim, yaş gözümün ucunda yağmuru bahane ediyordum. Bundan sonraki ömrüm bir rüyayı tekrar görmek için binlerce kere uyuyarak geçecekti…
Sahi, şimdi söyler misiniz katil kim? Palas pandıras kaçtığım yağmur damlaları mı? Burnumu parmaklarının arasına kıstırıp beni sürüyen kahve kokusu mu? Ben içeri girer girmez “kapalıyız” demeyen genç adam mı? O anda oradan geçme gafletinde bulunan kahrolası dolmuşçu mu? İki kelimeyi bir araya getiremeyen ben mi? Yüreğimde hiç sönmeyecek yarayı açan, usul usul kandil yakan katil kim…