Saat 06.00,
Dışarıdaki dondurucu havadan dolayı buğulanan pencerelerin yarı opak görüntüsüyle gözlerini açtı. Bu kasvetli hava ona anlamlandıramadığı bir huzur veriyordu. Sıcacık yatağı, kafasının altındaki yastığı için şükretti yine ve doğruldu. Yatağının üzerinde bağdaş kurmuş otururken sağda duran komidininden bir tütsü aldı ve iki gün önce kendisinin yaptığı tütsülüğe koyarak yaktı. Tütsünün kokusu odanın içine tatlı tatlı yayılırken üç derin nefes aldı. Ciğerlerinin içine hava dolması ona yaşadığını hissettiriyordu. Ardından güne güzel bir kahveyle başlamak için ayağı kalktı ve mutfağa doğru ilerledi. Gün daha yeni başlıyordu, görece karanlık olan mutfağın ışığını açtı. Ocağa su koydu ve elini yüzünü yıkamaya gitti. Suyun soğukluğu iyice onu kendine getirmişti, yüzündeki kan dolaşımı onu soğuk suya karşı korumak için hızını artırıyordu. Aynaya baktı, kendine gülümsedi. Çünkü geçen gün bir yazıda okumuştu; mutlu olunca gülümsemiyormuşuz, gülümseyince mutlu oluyormuşuz. Bu ona bir paradoks gibi gelse de gülümsemek onu gerçekten de iyi hissettiriyordu. Ardından koşarak mutfağa gitti ve kaynayan suyun altını kapattı. Su buharının yüzünü gıdıklamasına müsade etti bir müddet. Ardından üç tepeleme çay kaşığı filtre kahve, su ve bastır! İşte artık tam anlamıyla günün bütün zorluklarına, bütün ağlatmalarına, bütün oyunlarına, bütün haksızlıklarına hazırdı. Hayat böyleydi çünkü, hayatın zalimliğiyle barışıktı. O güçlü olursa kimse, hayat bile, onu ezemez ve yıldıramazdı. Saate baktı daha sonra: 07.13…
Kahvesini termosa boşalttı, çabucak giyindi ve 07.35 trenini kaçırmamak için üzerine bir mont bir atkı alıp evin kapısını kapattı. Binadan çıktığında ilk olarak soğuk rüzgar yüzüne vurarak günaydın dedi ona daha sonra da çiçekleri sulayan komşusu…
Artık koşar adım tren garlarının merdivenlerinden iniyordu, 2 dakika kalmıştı ve treni kaçırırsa bu hiç iyi olmazdı. Neyse ki son anda yetişti hemen yarı dolu olan bir vagona attı kendini. Arabası yoktu, almamıştı. Dünya’ya o kadar zarar veren bir endüstrinin parçası olmak, trafikte zamanından çalmak ve bu trenin kokusundan kendini mahrum bırakmak istemiyordu. Gerçekten de bir kokusu vardı trenin tarif edilemez bir kokusu… Sabahın mahmur kokusuyla karışıp treni kaçırmadığı için oluşan rahatlığın koku olmuş hali gibiydi, güzeldi… Boş olan bir koltuğa yerleşip kitabını çıkardı. Yolculuk sırasında ağır kitaplar okumaktansa kısa kısa hikayeler olan kitapları okuyordu. Hemen termostaki sıcacık kahvesinden bir yudum aldı, işte o an iliklerine kadar gerçekten yaşadığını hissetti.
30-40 dakikalık bir yolculuğun ardından inecek olduğu durağa geldi. Rüzgarın yine kucaklayıçı selamıyla trenden indi. Yolun karşısındaki pastaneden kendine boyoz aldı ve onu yerken okulunun önüne geldi. Çok fazla arkadaşı yoktu. Az ve özlükten hoşlanıyordu, minimalistti her konuda.
Okula biraz erken gelmişti ama böyle olmasını istemişti zaten. Hemen kütüphaneye çıktı. 2 hafta önce okumak için aldığı kitapları geri verip yerine yeni kitaplar alacaktı. Kütüphane belki de kendini en çok evde gibi hissettiği yerdi. Bazen okul çıkışlarında kitapları düzenlerdi bazen de oturup ilgisini çeken bir kaç kitabı okur, inceler öyle eve dönerdi. Kitaplar onun hayatında önemli bir yere sahipti. Nedenini o da bilmiyordu, mutlu oluyordu sadece…
Kitaplarını başka kitaplarla değiştirip sınıfına çıktığında arkadaşlarının da sınıfa geldiklerini gördü. 3 tane arkadaşı vardı. Onları çok seviyordu. Belki de onlar olmasa hayata karşı bu kadar güçlü olamaz bu kadar her şeyle barışık olamaz ve belki de kendini bile bulmazdı. Bugüne kadar hiç gerçekten arkadaşı olmamıştı ve bunun da farkındaydı. İnsanlarla gerçekten yakın olmayı hiçbir zaman becerememişti. İçine kapanık veya utangaç olduğu için değil aksine tam tersiydi ama sadece herkese belli bir mesafede davranıyordu her zaman. Fakat şu an arkadaşlarıyla çok mutluydu ve yavaş yavaş bu hayata alışıyordu.
İlk ders biyolojiydi. En sevmediği ders… Aslında bu zamana kadar hep çalışkan ve zeki bir öğrenci olmuştu. Her zaman notları çok iyiydi. Hala öyleydi gerçi ama biyolojiyle bir türlü yıldızı barışmamıştı işte. Ezber yapmak, değişik kelimelerle sıkça karşılaşmak onu bu dersten soğutmuştu. Ama her türlü, bir şekilde halletmesi gerektiğini biliyordu bu dersi. Çünkü hayalleri vardı, hedefler vardı, kendine verdiği sözler vardı. Aslında bu dersler de bütün bunların ilk adımını oluşturuyordu.
Her zaman öğrenmeye yeniliklere açık biriydi, ilgisini çeken konularda hep daha fazlasını araştırmak isterdi. İyice öğrenmek anlamak… fakat okulda ondan zorunlu olarak bir şey öğrenmesi, bilmesi istendiği için zaman zaman soğuyordu derslerden… Sadece sınav için çalışmak; aslında ilgisini çekmeyen, sınavdan sonra beyninin çöp kutusunun derinliklerinde bir yerde hapis olacak bilgiler için çabalamak bazen onu çok yoruyordu ve sinirlendiriyordu. Ama her zaman hedeflerini hatırlıyor ve onlara giden tek yol bu olduğu için çalışıyordu işte… Yarış atı gibi çalışıyordu.
Ama kabul etmek gerekiyor ki onun yerinde başka biri olsa bu ödevler, dersler, sorumluluklar havuzunda boğulup benliğini yitirirdi. Ama o stresini, üzüntüsünü çok rahatlıkla kontrol altına alabiliyordu. Gördüğü bir martı onu mutlu edebiliyordu. Bir kedinin ayağına sürtünmesi, rüzgarın yüzünü okşaması, arkadaşlarıyla sohbet etmesi, güzel bir kahve içmesi… küçük şeyler ona yetiyordu ve daha büyükleri için çabalamaya bu şekilde güç buluyordu.
Dersler, teneffüsler derken son ders gelmişti. Yine dolu dolu bir okul günü geçirdiği için mutluydu. Yorulduğu için mutluydu. Bugün de bugününü yaşamıştı, anılar biriktirmişti, yaşadığını hissediyordu, yeni patlak vermiş bir çiçek tomurcuğu gibiydi yine. Okuldan çıktı ve tekrar trene doğru yürümeye koyuldu. Kulaklığında en sevdiği şarkılar çalıyordu ve sabahki sisli buğulu havadan eser yoktu şimdi. Ilık kış güneşi bu sefer rüzgarın görevini üstlenmiş yüzünde tatlı tatlı dolanıyordu. Sabah boynuna geçirdiği atkıyı çantasına kaldırdı ve dinlediği müziğin sesini biraz daha yükseltirken treni geldi.
Sabahki durgunluk ve sakinlik yoktu bu sefer. Herkes bir yerlere koşturmaca içerisindeydi. Daha çok genç vardı birbiriyle konuşan, daha yüksek bir enerjisi vardı trenin o an. Bu da onun içini daha da ısıtmıştı. Sadece ayakta yolculuk yapmak zorunda kalmıştı her yer dolu olduğu için ama zaten alışkın olmadığı bir şey değildi bu. İnsanların arabalardansa toplu taşımayı kullanmalarını yeğlerdi.
Yine 30-40 dk süren bir yolculuktan sonra nihayet eve vardı. Saat 16.53’ü gösteriyordu. Hemen günün yorgunluğunu, stresini, üzerinden atmak için banyoya girdi. Suyun iyileştirici ve yenileyici gücü olduğuna çok inanıyordu. Öyle de oldu… banyodan çıkıca kendini rahatlamış ve tüm yorgunluğunu kaybetmiş, ferah, hissetti. Sonrasında üzerine rahat bir şeyler geçirdi ve mutfağa girdi ve kendine yemek hazırlamaya başladı.
Güzel bir ıspanak yemeğinin ardından ödevlerini yapmaya ve ders çalışmaya koyuldu. Kendi için bir şeyler yapmak her zaman için onu çok mutlu ediyordu ve en temel motivasyonu bu oluyordu. Bu yüzden çalıştı, öğrendi, araştırdı… Yaklaşık 3-4 saatini bu şekilde geçirdi ve eve annesi geldi. Onunla biraz zaman geçirdi, akşam yemeği yediler. Daha sonra da kitabını okuyup uykuya daldı.
Ardından saat yine 06.00, dışarıdaki bulutların arasından sızan güneşin ilk ışıklarının perdesinin aralığından odasına sızmasıyla soğuk ama güneşli bir kış sabahına gözlerini açtı…