Toulouse 24 kasım 1864’te Fransa’nın Albi kentinde doğdu. Babası önemli bir aristokrattı. Gayet varlıklı bir ailenin çocuğuydu fakat varlık içinde yokluk yaşıyordu. Annesi ve babası amca çocuklarıydı. Genetikle aktarılan Piknodizostosiz isimli bir hastalığa sahipti bu yüzden daha doğduğu anda hayata 1-0 geride başladı. Bu hastalık onun hayatını zorluyordu. Kemikleri oldukça hassastı, ani bir hareket bile onun kemiklerini kırabilirdi. Gelişiminde de sorunlar vardı. Boyu sağlıklı bir periyotta uzamıyordu.
Üst üste gelen trajik olaylar
13-14 yaşlarında iki ayrı kaza geçirdi. Atlara babasından dolayı bir merakı vardı. Belki de babasıyla yakınlık kurmasının tek yolu belki de buydu. Yine ata bindiği bir gün düştü ve sağ uyluk kemiğini kırdı. Tabi ki bu minik kaza onun hevesini kırmaya yetmedi ve tekrar biniş denemelerinin birinde sol bacağını da kırdı. Malesef ki üst üste olan bu kazalar onun sağlığını olumsuz yönde etkiledi. kazalardan sonra bacakları hiç uzamadı. Sadece gövdesi biraz da olsa uzamaya devam etti.
Bunlar yetmezmiş gibi diş ve eklem sancılarıyla da uğtraşıyordu. Sadece bastonla yürüyebilmesi de cabasıydı. Bu sorunlarla boğuşurken yanında sadece annesi vardı çünkü annesi ile babası şiddetli geçimsizlikten Toulouse 4 yaşındayken boşanmışlardı. Babası onlarla tamamen ilişkiisini koparmışken annesi de o kadar da sağlıklı değildi. Lautrec 1 yaşındayken kardeşi Richard vefat etmişti. Yani hala yas sürecindeydi. Fakat elinden geldiğince oğluyla ilgilenmekten vazgeçmedi, onu resim hayatı konusunda ölene dek destekledi.
Annesi Lautrec’in resim yeteneğinin farkındaydı. Oğlunu önce doğduğu yer olan Albide bir hayvan ressamı olan Rene Princetau’nun yanına çırak olarak verdi. O dönemler Lautrec çok yalnız bir çocuktu. Sürekli acayip at resimleri çizer dururdu.
Annesi ile parise gittiğinde yalnızca 18 yaşındaydı. Orada 4 yıl boyunca Leon Bonnat ve Fernard Cormon’dan resim dersleri aldı. Daha sonra kendi tarzını oluşturmak üzere birçok çalışma yaptı.
Paris o dönemler tam bir sanat ve eğlence şehriydi. Her köşe başı sergiler, sanat galerileri, eğlence mekanları ve cafe doluydu. Lautrec de kendi atolyesini açmıştı. Montmartre sokaklarındaki eğlence mekanları bir numaralı yeriydi. Çoğu zaman gider köşeye oturur, insanları seyreder onları çizerdi. O dönem çizdiği çoğu resim eğlence mekanlarında arkadaşlarıyla sohbet eden bir iki kadeh bir şeyler içen insanlardı. Tabi tek takıldığı mekanlar bunlar değildi. Genel evlere de giderdi.
Tekniği ve resmetme tarzı ile bu genç yaşında dikkatleri çekmişti bile. Van Gogh , Emile Bernard gibi o dönemler empresyonizmin içinde olan sanatçılarla tanıştı. Parisin gece hayatını ve eğlence mekanlarını bu üç arkadaş beraber keşfettiler. O bardan bu bara o genel evden bu genel eve geçtiler. Hayat kadınlarıyla vakit geçirdiler. Lautrec’in bir diğer yakın arkadaşı da Oscar Wilde’dır.
Hayatına Degas ve Manet etkisi
Kendi atölyesini açmasıyla birlikte kendi tarzını oluşturmuş olsa bile Manet’nin konularından ve Degas’ın çizgilerinden çok etkileniyordu.
Sanatsal açıdan son derece üretkendi. Farklı mekanlar farklı kompozisyonlar deniyordu. Van Gogh ile birlikte japon sanatına olan ilgisi de artmıştı. Taş baskı afişlerine ilgi duyduğu sıralarda japon sanatı geçmişinden çok faydalandı. Taş baskıyı afiş yapmak için kullanıyordu. Yüzlerce afiş yaptı. Onunla birlikte afişler de sanat dünyasında büyük önem kazandı. Lautrec yaptığı afişlerle bugün ki grafik tasarımın öncüsü oldu.
Lautrec sohbetler çok dahil olmaz genelde kenardan dinlerdi. Fizyolojik rahatsızlıkları sebebiyle çok çekingendi. Bohem salaş bir hayat yaşıyordu. Eğlence mekanlarında özgürce eğlenen insanları izleyebiliyordu sadece. Her eğlenmek istediğinde fizyolojik problemleri önünde duvar gibi dikiliyordu. Kenarda köşede elinde bir kadeh içkiyle yaşadığı trajedileri travmaları düşünmekten başka bir şey yapamıyordu belki de. Daha sonralar da annesi tarafından terk edildi. Bu durum onu daha da yıprattı. Artık tamamen yapayalnızdı. Ordan oraya savruluyordu. Bu yaşam tarzıyla Rosa La Rouge ‘dan frengi kaptı. Zaten sağlık durumu hiçbir zaman iyi değildi. Annesi bile yoktu yanında. Yalnız hasta bir insan ne kadar hayata tutunabilirdi ki ? Her acı çekenin yaptığı gibi alkole sarıldı daha da kötü oldu. Aynı yıl bir tedavi merkezine yatırıldı ve felç geçirdi.
Hastaneden çıktıktan sonra annesinin yanına döndü. İki yıl sobra annesinin kollarında henüz 36 yaşındayken vefat etti. Tüm önemli şahsiyetler gibi o da hayata gözlerini erken yumdu. Annesi geride bıraktığı tüm eserlerini albi müzesine bağışladı.
Son derece acılarla dolu bir hayat hikayesi olmasına rağmen asla resimlerine bunu yansıtmadı. Hep cıvıl cıvıl ve naifti.
Tüm acılarına acımasız hayatın olumsuzluklarına rağmen ruhunun ışığını söndürmeyenlere…
sanatla kalın…
isabellanın fesleğeni