Ön söz
Yaşadığımız hayatta gerek çevremizdeki insanlara gerekse gelişen olaylara dair bir kitap yazmak istedim. Hayat ve biz canlı varlıklar hakkında bilgi verici her hangi bir kitap yazmışlığım yok fakat kendimden bahsettiğim ayrıca şiirlerimden oluşan iki kitap yazdım. Ama ne derler bilirsiniz, Allah’ın hakkı üçtür. Ve bende bu üçüncü hakkımı okumaya başladığınız HAYAT isimli kitabımı yazmak için kullanmaya karar verdim. Öz geçmişimi okuyan insanlar diyecekler ki, bir gün olsun okula gitmediği halde kalkmış bizlere hayatımı anlatacak. Bende siz okurlara, Bu kadar ön yargılı olmayın diye cevap verebilirim. Kitabımda hayatımızda gördüğümüz, duyduğumuz, hissettiğimiz her şey, kısacası hayat hakkında fikirlerimi sizlerle paylaşmak arzusundayım. Fikirlerimi okuduğunuz sırada bir kısmınız bana hak verecek, bir kısmınız sunduğum görüşlerime katılmayacak. Ama ümit ediyorum ki bu kitaba sahip olan herkes son satırana kadar okumayı sürdürecektir.
Engelli olduğundan ötürü hayata biraz sitemli olan bir insanın kaleminden.
HAYAT
BİLGE ÜRGEN
Yaşamak, nefes alıp vermek, birine candan sevgi sunmak, daha bir çok şeyi özgür idaremizi kullanarak yapabilmek. Bu saydıklarımın hepsi bir bütünü oluşturarak hayat halini almıştır. İnsan düzgün bir şekilde hayat yaşamayı dünyaya gelir gelmez hemen hop diye öğrenemez. Yaşadığı ömür boyunca, edindiği kötü veya iyi tecrübelerden hayatı öğrenmeye çalışır. Hayat her açıdan bütün insanların ilk öğretmeni gibidir aslında. Yürürken yere düşüp tekrar ayağa kalkmayı, zamanla yaşamakta olduğumuz hayattan öğrenmişimizdir. Karşılaştığı olayların ciddiyetini algılayıp gerçekleri özümleyerek yaşayan her insan, her anlamda çevresinde gördüğü tüm şeylere karşı daha bilinçli ve çok daha duyarlıdır. Duyarlı insanların merhametli gönülleri, Allah’ın özene bezene yarattığı bütün sevimli canlılara sonsuz sevgi sunar.
Son nefesimizi verip gözlerimizi kapattıktan sonra bile baki kalacak olan ruhumuza mutluluk dolduran bir olayı yaşadığımız o sevinçli anlarda Oh dünya varmış, ya da Hayat bana güzel, gibi cümleler kurarız. Bu sözleri söylediğimiz sıra hayat gözümüze pek güzel görünür. Tıpkı bakışlarımızı bayram ettirten yağan yaz yağmurun ardından sisli gökte beliriveren rengarenk gökkuşağı gibi. Hayat gözümüze güzel gözüktüğü için de çevremizde insan, hayvan, çiçek, ne varsa her birine sanki dünyanın yedinci harikasıymış gibi bakar hoş bir aldırmazlık içerisine gireriz. Aynı hayatın ciddiyetini küçük yaşında henüz kavrayamamış çocuklar gibi. Bu sebepten olmalı ki insan hayatında en mutlu en vurdum duymaz zamanlar kıvır kıvır saclı oyuncak bebeklerle evcilik oynanan, sokaklarda özgürce top peşinde koşulan çocukluk yıllarıdır. Ne güzeldir her gününü renkli oyuncaklarla oynarken farkına varmadan zekamızı geliştirdiğimiz o eğlenceli yıllar. Yeni bir öykü öğrenmenin ilk heyecanıyla çocuk kitapların küçük yaştakiler için hayatın anlamını kavrayabilmeleri adına en büyük katkı olduğuna inanıyorum. Okuduğumuz onca masal kitabında her birimizle arkadaş olan hayali kahramandan neler öğrenmedik ki. Dillere destan güzelliyle sihirli aynaları konuşturmuş Pamuk prensesten ellerle meyveler yıkanmadan hiçbir şey yemememiz gerektiğini, işine gelmiyor diye her konuda yalan söylediğinde burnu uzayan tahta çocuk Pinokyo’dan yalanın kötü bir şey olduğunu, üvey annesi ve onun şımarık iki kızının kendisine yaptıkları eziyete karşın iyi kalpliliğini kaybetmeden, yine de onlara güler yüz gösteren bahtsız Külkedisinden sabretmeyi öğrendik. Farkında değilsek de hayat biz insanlara yaşaya yaşaya bir sürü şey öğretmektedir. Altı yaşındaki bir küçüğün de yaşamak amacıyla bir şeyler öğrenmeye ihtiyacı vardır, yetmiş yaşında yaşlı bir insanın da. Atalarımız boşuna mı söylemiş, Öğrenmenin yaşı yoktur diye. Her birimizin yaşamın her anında bir şeyler öğrenmeye ihtiyacı vardır. Çünkü hayat doğru dürüst yaşanmadan şakaya gelmez. Peki hayatı yaşanır hale sokmak adına neler yapmalıyız, hangi yollar doğrultunda yürümeliyiz? Yaşam sürecini gözlerimiz kapalı neyin ne olduğunu öğrenmek istemeden yaşıyor olsaydık hayatın hiçbir anlamı olmazdı. Anlamsız hayatlar sürdürdüğümüzden ötürü de içimizde güzel bir şeyler üretme isteği yeşermezdi. Hayatı anlamsızlaştıran en önemli sebeplerden birisi kendimizi oyalayacak çeşit meşgale varken hiçbir şey yapmadan bir köşede miskince oturmamızdır. Hayat, çalışkan insanlar yılmadan başarılı işler yapıp kendilerini sıkıntılara rağmen güçlü hissetmeleri için kurulmuştur. Çok mutsuz olduğun anlarda bile seni başarılı gösterecek düzgün bir iş yaptınsa, mutlu değilse bile kendini Herkül misali güçlü hissedebilirsin. Tabi her ne kadar güçlü olursak olalım, sahibi olduğumuz vurdum duymaz hayatın önümüze sıra sıra dizdiği dertler karşısında bazı günler gözyaşlarımızı oluk oluk akıtarak kedere boğulmamız hiç de zor değildir. Üzüntü hissettiren durumlarla ne vakit karşılaşırsak karşılaşalım, o saniyeden başlayarak benliğimizin tamamını ele geçirmiş mutsuzluktan doğduğunu düşündüğüm yorgunluk hissi kaplar. Elimiz ayağımız kesilir, üzüntünün getirdiği bir bitkinlikle, ağzımızı bıçak açmaz, hiç kimseyle konuşmak istemeyiz. Böyle kederli zamanlarımızda hayat bizlerin sesini soluğunu keser. Tebessüm ederek kahkahalarla gülen bütün yüzler, gözyaşı döküp acıdan ağlamak istemez. Çektiği çileli dertten gözyaşı akıtmak değil, yaşadığı sevinçli olayların heyecanıyla mutluluktan ağlamak ister insan. Hayat bir çoğumuza acı ve tatlıyı terazide tartılmış gibi aynı ölçüde yaşattır. Siz hiç mutsuz olduğu için ölmüş birisini gördünüz mü? Ya da çok sevindirici bir haber aldı diye gerçek anlamda havalara uçtuğunu duydunuz mu? Yüce yaratıcımızın yoktan var ettiği bu dünya hayatında ne varsa her şeyin ölçülü bir kararı vardır. Komiğimize giden hadiselerin birisine aşırı gülme tepkisi verip, saatlerce durmadan kahkaha atıyor olsaydık, aniden nefesimiz kesilir, tık diye ölürdük. Bir başka örnek vereyim. Hayatı her birimize kimi zaman zindan eden dertler bir an bile soluk aldırmadan bizleri ağlatıyor olsaydı, herhalde gözyaşlarıyla birlikte gözlerimiz de akar, görme yetimizi kaybedebilirdik. Gündelik yaşantının önümüze getirdiği bir çok durum karşısında davranışlarımızın çoğunu ölçülü bir düzeyde dengeli tutmak gerekiyor. Buna rağmen hepimizin isteyerek veya istemeyerek, bazı günler hatalar yaptığımız için dengemizin bozulduğu sıklıkla görülür. Dengemizi bozup her birimizi suçlu durumuna düşüren hataları yapmamış olsaydık, olgunlaştığımızda belki de hayatı tam manasıyla yaşamayı öğrenmemiş olacaktık. Eğer böyle doğruyu yanlıştan ayırmayı beceremeyerek yaşasaydık, hayat biz insanların çoğunu her vakit var gücüyle ezip geçecek, ve bizler onun karşısında birer kara cahil olarak kalacaktık. Ömrümüzün en son baharını yaşayacağımız bitiş gününe kadar, hayat bize bi nevi öğretmenlik görevi yapmasıyla bizlere düzgünce yaşamayı öğretmiş olur. Hayat güçlükleriyle olsun, kolaylıklarıyla olsun, sadece biz insanlara değil, vahşi doğada yaşam süren hayvanlara ve sokaklarda yaşamak zorunda kalan tüm evcil hayvanlara ayakta kalmayı öğrettir. Sokak hayvanlarının hepsinin doğasında havanın sıcak oluşuna, ayrıca buz gibi soğuk oluşuna dayanma güçleri bizlerden daha fazladır. Ya da işimize gelmediği için öyle olduğuna inanıyoruz. Ağızlarında dilleri olduğu halde derdini anlatamayıp konuşmazlar, ancak sokakları kendilerine yuva edinen kedi ve köpeklerin de bizlerin olduğu gibi hisleri vardır. Onlar da karnı acıktığı zaman yemek yemek ister. Özellikle bunaltıcı sıcak havalarda hepsi kana kana su içmek isterler. Ne köpeklerin ne de kedilerin, hatta gökte özgürlüğe kanat çırpan kuşların bile, kendi işlerini kendileri yapabilecek elleri olmadığı için hepsi biz insanlara muhtaçtır. Sokak hayvanların tümüne bir kap mama vermeyle bir tas su içirmek, her sağlıklı insanın her zaman görevidir. Bir çok bencil kişilikteki duyarsız insanın, evlerinin önünde kışın soğuğuna, vücutları üşüten yağmurlara karşın yaşam mücadelesi veren o masum hayvancıklara, bir lokma yiyecekle bir yudum su vermek dahi akıllarına gelmez. Bu tür bencil kişilikteki şahıslara çoğu zaman her ortamda rast gelmek pek mümkündür. Konuyla alakalı olarak geçtiğimiz aylar içerisinde kendime hakim olamayarak fazlasıyla sinirlendiğim bir olayı siz kitabımı okuyanlarla da paylaşmak istiyorum. Annemle çaşıda biraz gezip ev alışverişimizi yaptıktan sonra karnımız doysun diye hafif loş bahçesi olan bir tostçu dükkanına girmiştik. Annem ve ben tostlarımızı yemeye başladığımız sıra ayaklarımızın dibinde kırçılı tüylü bir kedinin durduğunu fark ettik. Yeşil rengine kaçan gözleriyle yüzümüze bakıp miyavlıyordu. Lezzetli bir şeyler yemek istediği her hallinden belliydi. Ağzımdaki lokmayı yutar yutmaz anneme dönüp, sevimli kediyi kastederek, ona da azıcık verelim demek üzereydim ki annem kendi yediği tosttan bir parça koparıp kediciğin önüne koydu. Kendisine ikram edilen yiyeceği afiyetle yiyen kedimiz yerlerde bir sağa bir sola dönerek bize oyunlar yaptıktan sonra biraz arkamızda kalan masaya doğru ilerledi. Zavallı hayvancık nereden bilebilirdi, o masada iştahla yemeğini yiyenin insan kıllığında bir canavar olduğunu. Masanın başında oturan iki kadından siyah giysili olanı, eline aldığı çantayla yerde masumca oturan kedinin üstüne üstüne gidiyor, bir yandan da hoşt git buradan pis hayvan diye bağırıyordu. Ruhu odunlaşmış bu kadının sergilediği çirkin davranış karşısında nasıl sinirlendiğimi anlatamam sizlere. Sinirimden öylesine dönmüştü ki bir an için elimi belime koymuş bir halde, hanım hanım sen kim oluyorsun da bu hayvancağızı böyle aşağılıyorsun, sende hiç mi Allah korkusu yok, dememek adına kendimi zor tuttum.
Ruhlarını merhamet duygusundan arındırdıkları için böyle kişilerin bir çoğu, bırakın çevrelerinde gördükleri dertli insanlara acımayı, açlıktan ölme raddesine gelmiş hayvanların hiçbirisine acımazlar. Onlara sorarsanız hayatın anlamı, yiyip içip çarşıda pazarda alışveriş yaparak gezip tozmaktır. Bu tipteki kişiler hayatı dümdüz yaşamayı terci ettiklerinden dolayı ne yardıma muhtaç birilerine sevgiyle el uzatmak akıllarına gelir, ne de sıkıntısı olan birisinin derdini canı gönülden dinleyip, ona moral vermek. Kalplerinde gerçek sevgi olmamasıyla birlikte en yakınları dışında kimselere karşı merhamet göstermeyi beceremezler. Bence bu şahısların çekilmez tavırları hayatı olduğundan daha fazla zorlayıcı, bir o kadar sıkıcı hale getiriyor. Hayatta görüp bildiğimiz her ne varsa tüm şeylerin bir karşıtı vardır. Bulutlanmış karanlık puslu ve yağmurlu havalara karşılık, insanın neşesine neşe kattığı için herkes tarafından daha çok sevilen, aydınlık güneşli havalar. Tıpkı bu birbirine zıt olan iki farklı mevsim gibi birbirine zıt karakterli yüz binlerce insanlar vardır. Karşılaştıkları her türlü zorlu olumsuzluğa inat yüzlerinden gülümsemeyi eksik etmeyen candan insanlar, benim kendi fikrimce beyaz renge benzerler. Çünkü beyaz rengin duru aydınlığı cana yakınlıkla ilintili temiz kalpliliği temsil eder. Hiç kimse adına kötülük düşünmeyen, kendisine samimiyetle dertlerini açanları her zaman can kulağıyla dinleyerek her birine moral veren bu kişiler, hemen herkes tarafından çok sevilir. Eğer ailemiz içinde bizi biz olduğumuz için, yapmacık sevgi göstermesiyle değil de kalpten hissedilen bir sevgiyle seven birileri varsa kendimizi şanslı saymalıyız. Şöyle bir düşünün. Her iki yanınızda birbirilerine karşı zıt karakteri iki değişik kişi oturuyor. Kişilerden sol tarafınızda oturanın asla gülümsemediğinden ötürü yüzünün meymeneti kaçmış, ve sürekli bir şeylerden şikayet ederek olumsuzca söylenip duruyor. Yok oturduğum koltuk hiç rahat değil, yok sen bugün pek iyi görünmüyorsun, gibi cümleler kurup sizin moralinizi aşağılara indiriyor, özetle hayatı size dar ediyor. Sağ tarafınızdaysa gözlerindeki cıvıl cıvıl yaşam enerjisiyle hem size hem ortamda bulunan diğer herkese, şefkatli bir sevgiyle bakan bir başkası oturuyor. Anladığınız üzere bu insan çok güler yüzlü, ayrıca çok cana yakın birisi. Yaptığı komik şakalara, eğlenmeniz amacıyla sizi de ortak ediyor, böylelikle siz de onunla beraber kahkahalarla gülüp eğleniyorsunuz. Eh şimdi söyleyin bakalım, davranışlarını açık bir tarifle önünüze serdiğim bu iki insandan hangisini kendinize arkadaş olarak seçerdiniz? Solunuzda hayatından bezmiş bir şekilde oturmuş olan meymenetsiz suratlıyı mı, yoksa keyfinize neşe kattığı ve yüzünüzü güldürdüğü için sağ yanınızda oturan candan insanı mı? Bu soruya verilecek doğru cevap gayet belli aslında. İnsan hayatı olumsuz durumlardan uzak yaşamayı isterken, kim canını sıkan asık suratlı birisiyle vaki geçirmek istesin ki. Çevresindeki herkese takındığı güler yüzlü tavırlarıyla pozitif enerji veren, hayat dolu ve neşeli insanların da diğerleri gibi bir şeylere üzülüp birilerine kızıp sinirlendikleri günler mutlaka oluyordur. Hatta bahsettiğim bu güleç insanların kırk yılda bir bile olsa, kendilerini kızdıran vaziyetler karşılığında, tabi ki herkes nasıl aynı tepkiyi gösteriyorsa onlar da kızgınlıkla homurdanır ve surat asabilirler. Zira yüzlerinden cana yakınlığın sembolü bilinen gülümsemeyi genellikle eksik etmemelerinden olsa gerek, iyimser yapılı insanlar, o surat asıp homurdanmaları huy edinmeyle, yaşam tarzına dönüştürmezler.
Sayamayacağız kadar fazla canlı türünün hayat yaşadığı bu kalabalık dünya, nefes alan bütün insanlara kendisini çoğu zaman yalnız hissettirir. Kalabalıklar arasında gezindiği sıralar birisi kendini yapayalnız hissediyor, ayrıca bu sebepten ötürü kahırlanıyorsa, ilerlediği hayat yolunda mutluluktan uzak bir çıkmaza girmiş demektir. Hangi kişilikte olursa olsun, insan olarak yaratılmış herkesin zaman zaman herkesin ruhunu sakinliğe teslim ederek düşünceleri mantıklıca yönetebilmesi için yalnız kalmaya ihtiyacı vardır. Dikkat ettiyseniz uzun yalnızlıklar değil, kısa süreli yalnız kalışlar insan ruhuna iyi geleceğini belirtiyorum. Hiç kimsenin bir ömür boyu yalnız yaşamayı gözü yemez. Özelikle orta yaşa gelen ya hiç evlenmemiş ya da her hangi bir sebeple eşinden ayrılmış olan kadınlar, uzun süreli yalnızlıklara katlanamazlar. Bu şekil yaşamak zorunda kalan kadınların bazılarını yalnızlığın huzursuz sessizliği sarar. Yerini korku hissine bırakan ve kör kuyulara düşmüş duygusu veren bu garip yalnızlığı yaşamamak adına bir çok kadın, haklı olarak, kedi olsun köpek olsun, evlerini sevimli evcil hayvanlarla paylaşırlar. Hepsi anaç kişilikli olduğundan herhalde, sahiplendikleri hayvanları kendi doğurdukları çocukları kadar çok severler. Şefkatle sevgi gösterecek bir hayat arkadaşına sahip olamamanın buruk sakinliğiyle, yumuşak tüyleri kadife kumaşını andıran kedilerle koyun koyuna uykuya dalmak, kadınlara az da olsa bir güven duygusu verir. İnsan yapısını benimseyip onlarla bir arada yaşam sürdüren dört canlıların, sahibi saydıkları insanları büyük tehlikelerden koruyamadıkları doğru olabilir. Fakat evcilleşmiş hayvanların tümü şirinliklerini bozmadan yaptıkları yaramazlıklarıyla, insanın kendisine yalnızlığı hissettirmezler. Ama yine de canlı bir hayvanın varlığından ziyade bir insanın hayatını, evini, bir başka kişiyle paylaşıyor olması, güven duyma yönünden bence biraz daha fazla önem taşır. Bu düşüncemden ötürü beni yanlış anlayıp, Ne yani evimizde baktığımız evcil hayvanları hiç acımadan sokağa mı atalım, diyenler olabilir. Hayır değerli okurlar. Gerçek bir hayvan sever olarak asla böyle gaddar bir düşüncede değilim. Ben sadece yaşadığımız süre zarfında, herkes için, insanın insana muhtaç yaşaması durumun gerçekliğini savunuyorum. Benim anneannem on henüz dokuz yaşındayken yuva kurmak amaçlı gittiği koca evinde evlendiği adam, yani dedem haricinde kayınvalideyle kayınpeder, üç elti ve onların eşleriyle bir arada yaşamaya başlamış. O devir bütün hane halkı ayrı gayrı nedir bileden bir odada oturmuş, genç yaşlı birbirlerinden ayrılmadan büyük bir tabaktan beraberce çorba içmişler. Toplam beş ailenin bir arada hayat yaşadığı bu evin geleni gideni, hayliyle her zaman çokmuş. Anladığım kadarıyla bu kalabalık evde yaşayan hiç kimsenin yalnız kalıp, birazcık kafa dinlemek gibi bir lüksü yokmuş. Anneanneme kendisinin de içinde bulunduğu beş aile aynı çatı altında cümbür cemaat nasıl yaşıyordunuz, birinizden sıkıldığınız günler hiç olmadı mı, diye sorduğumuzda, gözleri özlemle uzaklara dalar ve bize o hatıralarını anlatmaya başlardı.
Biz dört elti birbirimizi öz kardeşler gibi çok sever, aramızda hiç öyle dargınlık filan olmadığı için her zaman iyi geçinirdik. Biz aynı evi paylaşan dört gelin, şimdikilerin yaptığı gibi ne birbirimizi kıskandığımız olurdu, ne de birbirimizin hakkında kötü konuşurduk. Yaşım gereği aralarında en genç gelin bendim ve ne yalan söyleyeyim yemek yapmak gibi, ev temizliği gibi önemli sayılacak işleri yapmayı pek bilmezdim. Rahmetli kaynanam hem bana hem eltilerime karşı katı olmasına katıydı fakat bütün gelinlerine, özellikle de bana ev kadınlığın en alasını öğretmişti. Ben kaynanamla kaynatama hep saygı gösterir, eltilerimle kocalarını kendi kardeşlerimden daha çok severdim. Anneannemin söylediği bu son cümle sanırım takındıkları kıskanç tavırlarıyla birbirilerini çekemeyen, bırakın aynı evin içinde beraber yaşamayı, birbirilerinin varlıklarına dahi tahammülü olmayan yeni nesil gelinlere sitem yüklü bir göndermedir.
Anneannemin gelin gittiği gibi kalabalık aileli bir evde kimseyle ters düşmeden, kimsenin kalbini kırmadan yaşayabilmek bugünün insanları adına hiç de mümkün değil. Bunun nedenlerin birini müsaadenizle sizlere açıklamaya çalışacağım. Hepimizin bildiği üzere biz insanların apartman katlarında ayrı ayrı evlerde yaşamadan önceki yıllarda yem yeşil otların fışkırdığı, rengarenk çiçeklerin açtığı bahçelerde, tek katlı veya iki katlı ahşap evler sokakları süslüyordu. Gri bulutlu gökyüzünden lapa lapa karın yağdığı soğuk kış günlerinde ahşap evlerinin geniş sofasında odun ateşiyle yanan tek bir soba oraya açılan bütün kapıların ardındaki odaları ısıtıyordu. Bir evin salonu kadar büyük sofalı evlerin odalarında kimler yaşamıyordu ki. Kocasının anne ve babasına saygıda kusur etmemiş gelinler. Senin altın bileziğin benimkinden daha fazla, demeyerek birbirilerini kıskanmadan candan seven eltiler. Saklambaç gibi bir sürü eğlenceli oyunu her gün beraberce oynarken çıkarttıkları neşeli gülme sesleri evin her köşesinde yankılanmış minik, kardeş çocukları. O zamanlar çocukların hepsi bilgisayar karşısında bir başına oturarak değil, ya ara sokaklarda ya da söz ettiğim ahşap evlerin bahçelerinde birlikte oyunlar oynayarak vakit geçirirlerdi. Evlerin dışına akşamın getirdiği karanlık çöktükten az sonra küçük bedenlerinden günün yorgunluğunu üzerlerinden atmak için çocuklar yemeklerini yer yemez yatağa girer, uykuya dalarlardı. O evin büyükleriyse gürül gürül yanmakta olan sobanın çevresinde yan yana sedirlere oturup, etrafı sarı ışığıyla aydınlatan kandiller eşliğinde hep birlikte koyu bir sohbete koyulurlardı. Küllenmiş ateş misali, sönmüş sobadan ziyade ailece sohbet edildiğinden olsa gerek, evin içinde sıcacık bir hava eserdi. Eski zamanların insanları kalıcı mutluluğu tüm aile bir arada yaşayıp, sabah akşam birbirileriyle muhabbet ederek bulurlarmış. Geçmiş yıllarda aynı evi paylaşan ailelerin bir ferdi her hangi bir konuda bilmek istediği bazı şeyleri yakınındaki insanlara sorar, belki de işin doğrusunu onlardan öğrenirlerdi. Karşılaştıkları her ne varsa, gözleriyle görüp kulaklarıyla duydukları tüm şeyler üzerine, sade bir dilde konuşmayla hayatın anlamını kavramışlardı. Yaşadıkları mutluluğun sevincini sıcağı sıcağına hemen diğer yakınlarıyla paylaşmayla birlikte, beraber yaşamanın önemini gayet iyi bilirlerdi.
İnsanların hemen hepsi çocukluk döneminde birbirileriyle oynadıkları oyunları büyük kişilerin yaşadıkları hayatı kadar hem masum hem de kolay sanırlar. Keşke yaşadığımız hayat çocukların gözüyle göründüğü kadar masum, bir o kadar kolay olsaydı. Küçük yaştakilerin henüz algılamadıkları ölçüde acımasızlıklar bazı katı yürekli insanların gözünü böylesine kör edercesine çoğalıp yaşanmamış olsaydı. Koca dünyada özgürce yaşadığımız hayatı çocukların bakış açısıyla görebilseydik, karşılaştığımız zorluklara, çektiğimiz dertlere karşın daha güçlü durmanın yanı sıra daha mutlu olabilmemiz mümkündü. Bebeklik döneminden yeni çıkmış her çocuğun içinde masumluk barınır. Bu nedenle hiçbirisinin aklına bir başkasına ciddi anlamda kötülük etmek akıllarına gelmez.
Farz edelim altı yedi yaşlarında iki oğlan çocuğu ellerinde sözüm ona birbirine ateş ediyormuşcasına su tabancası var. Bu iki küçük arkadaş karşısındakini kasten yaralayarak öldürmenin korkunç feci bir durum olduğunu o yaşlarda tam kavrayamadıkları için heyecanlı bir savaşçılık oyunu oynuyorlar. Çocuklardan birisi Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı gibi vatanı adına milleti adına düşmanla karşılıklı savaşan, kendi halkı yaban ellere muhtaç olmasın diye özgür bir ülke kurmuş gerçek kahraman. Diğer çocuğun üstlendiği rol ise bütün günahsız canları öldürmek isteyen gözü dönmüş düşman. Bu eli kanlı düşman rolünü oynamakta olan oğlancık düşmanlığın bu derece kötülük getireceğine, kendisini böylesine hain yapacağına aklı erseydi belki de arkadaşıyla savaşçılık oyununda düşman olmazdı. Elinde tuttuğu oyuncak tabancadan fışkıran su değil de, gerçek yaşamda arkadaşının canını alacak kurşunlar olduğunu idrak edebilseydi acaba yine o tabancayı eline alır mıydı? Kim bilir, insanoğlu bu. Kimi gün beşer kimi gün şaşar. Yediden yetmişe hayat sürmüş ya sürmekte olan bütün insanların doğasında hata yapmak vardır. Dünyanın karışık düzenine ayak uydurup yaşaması adına Allah’ın yarattığı hiçbir insan dört dörtlük denecek ölçüde kusursuz değildir. Herkesin ama büyük ama küçük yanlışları ve hataları vardır. Yanlış hatalara düşmeden, fani hayatı doğru dürüst yaşayabilmenin imkansızlığı mantıklı kişiler tarafından açıkça bilinir. Benim kişiliğime benzer aşırı uç noktalarda düşünerek, bu düşüncesini sergilediği davranışlarına yansıtan bir insan istemeyerek bile olsa, sıklıkla yanlışlara düşer ve hata yapmaktan kendini alamaz. Bu hiç hoş görülmeyecek vaziyete bir de acelecilik hali eklenirse, o durumdaki insanın vay haline. Her işi yaparken acele edilmemesi gerektiğini anlatan, çok doğru bulduğum iki ata sözünü yeri gelmişken tam da burada kullanmak istiyorum. Aman yavaş, Acele giden ecele gider. Aman dikkat, Acele işe şeytan karışır. En ince ayrıntısına dek el emeği katılarak yapılır haldeki işlerin mükemmel sonuçlar vermesini istiyorsak, telaşa kapılmayıp acele etmeden hangi doğru yollardan gideceğimizi düşünmeliyiz. Özen göstererek yaptığımız bir işi telaşa kapılır da aceleye getirirsek, elimizdeki işten hem güzel bir sonuç alamayız hem o işe verdiğimiz emek boşa gitmiş olur. Önünde durduğunuz duvarda ayrı ellerle kara kalem çalışmasıyla çizilmiş Monaliza’nın iki portresinin asılı durduğunu hayal edin. Bakmakta olduğunuz portrelerden birinin ne kadar itinayla, özen gösterilerek çizildiğini görüyorsunuz. Bu resimde Monaliza öyle güzel, öylesine canlı gözlerle bakıyor ki, sanırsınız portreden yanınıza atlayıp sizinle sohbet edecek. Tarif ettiğim bu ilk portrenin nasıl böylesine güzel yapıldığına bir bakalım isterseniz. Her bakan gözü kendisine hayran bırakan bu kara kalem tablosu hemen öyle iki günde aceleyle yapılmamış, üzerinde bir süre düşünülerek, emek verilerek yapılmıştır. Onun için de çok güzel olmuştur. Yapmakla vakit harcadığımız işlerden her birine ne kadar fazla sabırla emek verirsek, hayat bizleri her zaman başarıdan başarıya koşturur, kendimizle gurur duymamızı sağlar. Şimdi de gelin birlikte öbür Monaliza portresini inceleyim. Bu tablonun içinde sergilenen portre resmi hiçbir bakımdan Monaliza’ya benzemiyor. Göz bebeklerin hangi yöne dahi baktığı bile belli değil. Çünkü bu ikinci resim el emeği çok az verildiği, hemen bitsin diye aceleyle, üstün körü yapıldığı için güzel olmamıştır. Buna benzer durumları yaşadığımız anlarda hayatı aceleye getirmiş olursak, yaptığımız işten bir parça olsun keyif alamayız. Bu sebepten ötürü aklımızı kurcalayacak yanlış fikirlere kapılır, yaptığımız işi elimize yüzümüze bulaştırırız.
Yanlış davranışlara kapılmayıp hata yapmadan hayatını yaşayan günahsız insan yoktur. Ancak bu görüşümün içeresine özellikle katmadığım insan ırkından gelmiş en kutsal, bazılarının yürüdüğü yerlere nurlar saçılan birileri var. Onlar diğer insanlardan çok daha zeki, bin kat daha merhametli ve kutsaldır. Onların nurla temizlenerek kötülükten arınmış kalplerinde sadece, yanlış yollara sapmadan yaratıcısına iyilikten yana, doğru bir kul olabilme isteği vardır. Sanırım şu esnada kimlerden söz ettiğimi anlamış olmalısınız. Evet onlar yaşadıkları haksız zulümlere karşılık sadece ulu Allah’ın kendilerine eşsiz benzersiz kutsal varlığını kalplerinde derinden hissederek yanlış yollara sapmadan insanlığı biz günahkar kullarına öğretecek mübarek peygamberler. Ben peygamberlerin çoğunu biz diğer insanlardan asırlar evvel dünyada hayat yaşamış gerçek kahramanlar olduklarına inanıyorum. Hayatın merkezinde yaşam sürdürmekte yükümlü herkesin yapmak zorunda olduğu görevler devreye sokulmuştur. Zavallı hasta canları ıstıraptan kurtarıp iyileştireyim diye canla başla çalışan yüz binlerce doktorun fedakar mesleği olsun, küçücük beyinleri önemli ve bir o kadar öğretici bilgilerle doldurup onları olgunluk dönemine kütür çerçevesinde hazırlayan öğretmenlerin kutsal mesleği olsun, onların hakkını hepimiz el birliği yapsak da biraz zor öderiz. Ancak bir ömür boyu kan ter akıtarak çalışıp didinmeyle dahi haklarını asla ödemeyeceğimiz, Allah’a kendilerini adayan, ona bu dünyada varıyla yoğuyla elçilik eden nurlu peygamberlerdir. Bizleri her türlü zorluklara katlanıp dokuz ay karnında taşıdıktan sonra hayatla buluşturan fedakar annelerimizin asla ödenemeyen hakkı misali peygamberlerin hakları ödenmez. Kabul etmeliyiz ki kadın, erkek, ayırım yapmadan hayat yaşamış ya da yaşayacak olan binlerce insan arasından en kutsal ama en zorlayıcı görev peygamberlere verilmiştir. Hiçbirisinin elinde Tanrı’nın gerçek varlığına, onun bu fani hayattaki her canlının tek yaratıcısı olduğuna dair bir kanıt olmadığı halde yorulsalar da, bazı gün bu kutsal görevin altından kalkamayacak ölçüde kendilerini güçsüz hissetmiş olsalar da ulu Allah’ın edebi varlığına cümle alemi inandırmışlardır. Yüce yaradanın eşsiz gücüyle her türlü kötülükten korunduklarını bildikleri için, kendilerinin peygamber olduğuna inanmayan hain düşmana ezilmeden, dim dik ayakta durmuşlardır. Tüm insanlığa gönderilirmiş son peygamber olan HZ Muhammed (sav) in üstlendiği kutsal görev dışında gerek kendine has kusursuz davranışlarıyla, gerekse dile getirdiği mantıklı fikirleriyle, dünyaya ışık saçan nur yüzlü bir insandı. Ben peygamberim, saygıdan dolayı herkes önümde diz çöküp, eteğimi öpecek diye bir düşünceye sahip değildi. HZ peygamber efendimizin (sav) öylesine güzel bir alçak gönüllü kişiliği vardı ki, büyük küçük kimse arasında ayrıyım göstermeden tanıyıp tanımadığı herkesin zor anında yardıma koşmuş, herkese eşit değerde saygı ve sevgi gösterirdi.
Hayatı iyi veya kötü her yönüyle dolu dolu, her şeyin en ince ayrıntısına dek dikkat ederek yaşarsak çevremizdeki sadece herkesin değil, gidişatını kendimizin belirlediği durumların mükemmel olmasını beklersek, her defasında hayal kırıklığına düşmüş oluruz. Karşımıza bin bir çeşit insanın çıktığı dünya hayatını yaşıyoruz. Bu insanların birisiyle her hangi bir mevzuda konuşurken fikir ayrılığına düşer de o kişiyle kavga eder gibi kötü anlamda zıtlaşırsak, ortaya hiç de hoş olmayan konuşmalar dökülür. Esasında yanlış düşündüğü fikrin doğru olduğuna inanmış cahil birisine, işin gerçeğini algılayabilsin diye tane tane anlatmayla izah etseniz bile, dediğim dedik dercesine aklındaki yanlış düşüncesini avaz avaz bağırarak savunmaya çalışır. Ortada bahsi geçen konu ne yönde ilerlese ilerlesin her durumda kendinin haklı olduğuna herkesi inandırmak ister. Diyelim ki bir adam, kendince doğru bulduğu düşüncesini, onu dinlemek için çevresine toplanan on kişiye hararetli bir edayla anlatıyor. Ele aldığımız adamın tek istediği, düşüncesinin hoş bulunmayacağını bildiği halde o on kişi karşısında kendisini haklı çıkarmak. Bahsettiğim adam gibilerin kendilerini diğer tüm insanlardan daha üstün ve daha zeki görmek gibi bir problemi vardır. Onlara sorarsanız kendisiyle bir konu hakkında tartıştığınızda hep onlar haklıdır. Yaptıkları hatalardan pişman olup, bırakın birilerinden özür dilemeyi, diğer insanların kalbini isteyerek kırdıklarından ötürü vicdanları bile sızlamaz. Zaten vicdan sahibi birisinin başkalarının kalplerini bile bile kırıyor olması insanlık yönünden asla olası durum değildir. Yüreğinde vicdan hissi taşıyan her insanın merhamet duygusundan uzak yaşaması kesinlikle imkansızdır. Bence, biz iyi niyetli insanların kalpten hissettiği vicdan, merhametin ikiz kardeşidir. Gördüğü bütün canlıları karşılıksız severek, onlara içtenlikle merhamet eden hiç kimsenin, özellikle kış aylarında karınlarını doyurabilsinler diye kendilerine yiyecek ararken üşüyen sokak hayvanlarının aç kalmasına gönlü razı gelmez. İnsan olmanın ilk temel kuralı merhametli bir kalbi bedende taşımaktır. Bazı sevecen insanların kalplerinde merhamet duygusu bir tık daha fazla olduğu için, yüreklere etki etmiş her hangi bir olay karşısında çabuk duygulanır, çabuk ağlarlar. Gerçekten merhametli bir insanın yanaklarından süzülerek akıttığı her göz yaşı, göklerden toprağa düşen yağmur damlaları misali Allah’ın rahmetidir.
Dünyaya gözlerini yeni açmış bebeklerin her birisinin yedi yaşına basana dek melektir diye söylenmektedir. Ben bu düşüncenin doğruluğuna nedense pek inanmıyorum. Bunun yüce yaratıcımız Allah’a inanmamakla hiçbir alakasının olmadığını bilmelisiniz. Allah’ın ebedi bir o kadar kutsal varlığına hayatta gözlerimle gördüğüm, kulaklarımla işittiğim her şeyden daha fazla inanırım. Her an yaşamak için nefes aldığım kendi varlığımdan bile daha çok inanırım Allah’ın var olduğuna. O halde niçin çocukların melek olmadıklarını düşünüyorum? Bu meselenin anlatılması bir hayli zor olsa dahi yine sizler için izah etmeye çalışacağım. Dünyanın kurulmasıyla itibaren yeryüzündeki sıra sıra dağlar, içerisinde rengarenk balıkların yüzerek yaşam bulduğu mas mavi denizler, vahşi doğaya ev sahipliği yapan göğe doğru yem yeşil ağaçlarla kaplı uçsuz bucaksız ormanlar oluşmasıyla dünya üzerinde gündüzden geceye akacak ilk hayat belirtisi oluşmaya başlamıştı. O devirler belki de balıklar bile denizlerde hayat sürmeye başlamamıştı. Küçük bir hayat belirtisi gösterecek tek arı vızıltısı dahi duyulmayan gezegenimizde her taraf ıssız, her taraf sessizdi. Tarifi imkansız bu sessizliğin yaşandığı yıllar sırasında bir tek insan yaşasaydı, eminim eğilerek kulağını toprağa dayar dünyanın dönme sesini duymaya çalışırdı.
Bildiğiniz üzere biz insanlar öğrenmek istediğimiz her şeye karşı meraklı varlıklarız. Ucu bucağı görünmeyen şu kocaman evrende dünya ne amaçla yaratılmış? Bizlerin ve dört ayaklı dostlarımızın kimi zaman sefa sürüp, kimi zaman cefa çektiği bu dünya var olmadan önce farklı hayatların yaşandığı başka bir dünya var mıydı? Cevabı hiçbir gün verilmeyecek bu tip sorular hemen hemen herkesin aklını meşgul etmiş olmalı. Her insanın içinde ama az ama çok aklının eremediği onca şeye karşılık merak duygusundan kaynaklanan öğrenme isteği vardır. İnsanlar karşılarına neler çıkacağı, hangi sürprizlerle karşılaşacağını bilmediğinden dolayı hayatın her devresinde öğrenmek amacıyla hep bir şeylere karşı merak duyarlar. Bana sorarsanız her şeyi fazlasıyla merak edip öğrenen kişilerin mutlu olma sansı diğerlerine göre daha azdır. Benim farkında olduğum kadar sizlerin dikkatinden kaçmıyordur. Artık dünyanın tamamını birçok insanın ıstırap çekerken ölmesine neden olan salgın hastalıklar sardı. Neredeyse her bakımdan insanlığın temeli olarak diye bilinen adaletin yerini haksızca sergilenip duran davranışlar görülmeye başladı. Maddi geliri düşük olması sebebiyle evine yiyecek götüremeyenlerin sayıları günden güne çoğalır oldu. Böylelikle bunlar ve daha nice acı içerikli olumsuz olayın gerçekliğini duyup öğrendiğimiz için hayat gözümüze güzel görünmüyor. Peki moralimizi bozmayalım diye hiç mi bir şey duymayalım, hiç mi bir şey öğrenmeyelim. Olumsuz, can sıkıcı durumları duymayıp öğrenmemek yaşadığımız devirde pek mümkün değil. Özellikle elimizin altında dünya hayatının her anlamda ne derece kötüleştiğini bize gösteren bilgisayarlar ve akıllı telefonlar varken. Biz fani ömürlü insanoğlu, özellikle Türk halkı olarak neredeyse hepimizin dramatik olaylara karşı meraklı bir öğrenme isteği vardır. Mesela büyük bir bölümümüz hüzünlü nameleriyle radyoda dinlediğimiz sıra gözlerimizi yaşlarla dolduran acıklı arabesk şarkılar bizleri kısa süreli dahi olsa hüzünlere sürükler. Başka bir misal vermek gerekirse. Hayranı olduğumuz aktörlerden birisin televizyon kanalında filmi oynuyor. Gel gör ki izlediğimiz bu film bizleri hüngür hüngür ağlatacak kadar acıklı. Ama biz yine de içimiz kederden patlayana kadar o filmi seyretmeye devam ederiz. Farkına varamıyor olabiliriz, ancak bu gibi dakikalarda kendimizi bile bile mutsuzluğa sürüklemiş oluruz. Yaşamımızı sürdürdüğümüz şimdiki zaman devrinde neredeyse bütün insanlar için, mutlu bir hayat yaşamak imkansız hale gelmiş durumda. Peki ne yapmaktan hoşlanırsak kendimizi olduğumuzdan daha mutlu hissederiz? İlk önce bizi hangi meşgalenin iyi hissettirdiğini tam olarak biliyor olmamız gerekir. Kimimiz beynimizi türlü türlü öykülerle dolduran kalın kitapları keyifle okumaktan kendimizi alamayız. Okuduğumuz kitaplardaki birbirinden değişik öyküler, hayal dünyamızda bizleri bazen güzel bir kraliçeye dönüştürüp saraylarda yaşattır, bazense okumakta olduğumuz kitaplar hayatı daha kolay yaşayabilmemiz adına bizlere pratik bilgiler verirler. Orta yaşını çoktan geçmesine karşın bazılarımız, ekran karşısında otururken çocuklar gibi çizgi film izlemeye bayılırlar. Hayatın kendilerine yaşattığı bazı acı gerçeklerini biraz olsun unutabilsinler diye, seyrettikleri çizgi filmindeki hayali karakterin ve karşılaştığı komik olayların gerçek olduğunu zannetmek isterler. Güzel hikayelerin yazılı olduğu kitapları severek okuyabiliyor, izlediğimiz çizgi filmlere çocukça kıkır kıkır gülebiliyorsak, içimizdeki yaşama sevinci henüz sönmemiş demektir. Aslını isterseniz, hayatımıza anlam katan büyük mutluluklar değil, radyoda çalarken dinleyip nağmeli melodisine eşlik ettiğimiz şarkılar gibi, sevdiğimiz birisiyle içtenlikle sohbet edişimiz gibi insanı eğlendirici küçük şeylerdir. Bir kimse sahip olduğu değerli şeylerin kıymetini bilmeyip, kendini mutlu hissetmek adına hayattan beklentisi ne kadar çok artmış olursa, hayal kırıklığına uğrama ihtimali o derece çoğalmış olur. Bazı mükemmeliyetçi insanlar hayatlarında canlarını sıkacak küçücük bir pürüzün bile yaşanmasına tahammül edemezler. En basit bir örnekle, böylelerinin kusursuz sebzelerle hazırlayarak pişirdikleri yemeğin altı birazcık dip tutmaya görsün. O mükemmeliyetçi kişi sanki dünyası başına yıkılmış dertli insanlar misali, olumsuz yönde söylendikçe söylenir.
Her bakımdan bilgi sahibi olan zeki kimselerin, son yıllarda kara cahil ve hain kişiler karşısında ne yazık ki suçlanarak haksız duruma düştüklerini görüyoruz. Peygamber efendimizin (sav) dile getirip söylediği, bir çok kötülüğün ana temeli cehalettir düşüncesi her zaman için çok ama çok hoşuma gitmiştir. Benim fikrimi sorarsanız, doğru yoldan şaşmadan mantıklıca düşündükten sonra yerinde konuşan kültürlü insanların doğru sözlerine kulak asmamakla direnen kara cahiller, hayatı yaşarken eninde sonunda feci şekilde hüsrana uğrarlar. Farkında olmasalar da yaptıkları haksız davranışlar günden güne herkes tarafından görülmeye başlanır, en sonundaysa böylelerinden nefret edilir. Halbuki aklında akıllıca tasarladığı aydın fikirlerini tanıştığı bütün kişilerle paylaşan bilgili, görgülü insanlar hemen herkes tarafından çok sevilmiş, ve her zaman cesur kişiliklerine saygı duyulmuştur. Onu dünyasından yıldırmak adına karşısına her türlü kötülük çıkmasına rağmen ilerlediği zorlu yolda korkmadan cesurca başarılı adımlar atarsa, o insanın gerçek bir kahraman olmaması mümkün değildir. Yazıya dökmüş olduğum şu anki düşüncelerimin her birinize kimi hatırlattığını gayet iyi biliyorum. Türk milletinin ilk öğretmeni olduğu kadar Türkiye’nin tek gerçek kahramanı gazi Mustafa Kemal Atatürk.
Hani meleklerden bahsedecektin diye soran meraklı okurlara durun diyorum, acele etmeyin. Kitaplar yavaş yavaş yazılır, aheste aheste okunur.
Sizlere de garip gelmiyor mu? Dünyanın yeni yeni dönmeye başladığı zamanlarda henüz yeryüzünün keşfedilmemiş bir karış yeri bile bulunmazken, şırıl şırıl akan buz gibi suyuyla dere ve nehirler mavi enginlere karışmamışken, gökyüzünü beyaz papatyalar misali süsleyen bulutlar toprağa rahmet yağdırmazken, daha da önemlisi işleyen aklıyla, aklında tasarladığı fikirleriyle fani hayatın gidişatını değiştirecek tek bir insan bile henüz yaşamıyorken, yani dünya dönmeye başlamamış hayat bulmamışken, Allah kendi kutsal nurunu katarak melekleri yaratmıştır. Meleklerin kutsal varlığı gözle görülmez, elde tutulmaz. Bildiğim kadarıyla Allah’ın elçileri olan peygamberler hariç yeryüzünde hayat bulmuş hiç kimse ne melekleri görmüş, ne de onlarla iletişime geçebilmiştir. Eğer diğer insanların hepsinin peygamberler gibi meleklerle ulvi bir bağlantısı olsaydı yapmak zorunda kaldıkları bazı zor işleri nurlu varlıklar, meleklere yaptırırlardı. Sonradan kalplerde pişmanlık hissi uyandıran suç niteliğindeki işlenen günahlarımız çabucak affedilsin diye Allah ile aramıza direk melekleri aracı ediyor olurduk. Belki o zaman hayat insanoğlu bakımından, Ekmek elden su gölden sözüne layık bir dünya olurdu. Bir çok kişi zahmetsizce iş yapmadan hayatını yaşardı belki ama insanlarla bir arada yaşayıp onlarla iç içe oldukları için meleklerin varlığı böylesine kutsal olur muydu, bunu bende bilmiyorum.
Bu düşünceyle de ben meleklerin yaşanan fani hayata hakimiyetini kurmuş biz insanlardan ayrıca insanoğluna muhtaç olan hayvanlardan katbekat daha kutsal varlıklar oluğunun düşüncesindeyim. Gelmiş geçmiş insan olsun diğer canlılar olsun dünya üzerinde yaşayan herkes HZ Adem’in soyundan geldiği için her birimiz topraktan gelmiş sayılırız. Oysa meleklerin yaratılışları özbeöz ilahi nurdan gelmiş olduğundan, demin de anlatmaya çalıştığım üzere yüce yaradanın katında en kutsal varlıklar meleklerdir. Sanırım şu an çocukları masum oldukları halde neden melek olarak görmediğimi anlamışsınızdır. Buna rağmen yaşamak gayesiyle hayata merhaba diyen her bebek üç yaşına basana kadar melek sayılabilir. Bilindiği üzere ister Müslüman olsun isterse başka bir dinden olsun, annelerin değerli canından koparak dünyaya gelen tüm bebeklerin mini mini ağızları anne sütü kokar. Ter bezleri henüz gelişip çalışmadığından olmalı ki bebekler aşırı terliyor olsalar da hiçbiri biz büyük insanlar gibi ter kokmazlar. Onların tenleri pamuk misali yumuşak, saf su gibi berraktır. İnsan yavrusu olan bebeklerin o masum varlıklarını ifade edercesine öylesine güzel kokuları vardır ki, bazı büyük kimseler küçük bebekleri öpmeye kıyamaz onları koklarlar. Bu koku ne sürdüğümüz buram buram yayılan parfüm kokusuna, ne yediğimiz leziz tatlılardaki vanilya kokusuna, ne de kokladığımız her hangi güzel bir şeye benzemez. Daha anne karnındayken hayat bulmuş küçücük bedenlerden masumluğun ve saflığın gerçek kokusu tüter. Dünya tatlısı bebeklerden birisini sevgiyle kucağınıza alarak sevmeye başladığınız andan itibaren her hangi bir sıkıntınız varsa da, kollarınızla sarıp sarmaladığınız bu minik beden içinizi daraltan sıkıntıyı alır, onun yerin size tazelenmiş mutluluk verir. Yeni anne olan kadınlar şu an benim ne demek istediğimi diğer herkesten çok daha iyi anlayacaktır. Anne olmanın tarifi imkansız sevinciyle biricik yavrusunu her türlü kötülükten koruma isteğiyle çırpınan kadınlar. Ne kadar özverili maharettir değil mi anne olabilmek. Doğum yaparken canından can koptuğunu hissettiğin o sancılı saatleri, cennet kokulu yavrunu kollarınla şefkatle sardığında unutur gibi olursun. Hayata merhaba dercesine ilk ağlayan bebeklerin anneleriyle tanıştığı, bununla birlikte anne sütünün taze lezzetini ilk kez aldığı dakikaların güzelliği ve kutsallığı söylenecek kelimelerle anlatılmaz. Yeni doğdukları zaman ilk nefes alış verişleriyle hayatla temas halinde olan bebekler, daha yaşamanın ne anlama geldiğini bilmemelerine karşın, minicik karınların doyurabilmek için annelerinin memelerine sarılırlar. Ne kadar da kutsal bir görevdir annelik. Kendi varlığından oluşmuş bir canı dokuz ay yorulmadan karnında taşıdıktan sonra onu dünyaya getirmek, bence gerçek bir kahramanlık örneğidir. Anneler adına dünyaya gelen her bebeğin varlığı topraktan yeşil yapraklarıyla rengarenk açan çiçekler gibidir. Nasıl ki etrafa güzel kokular yayan çiçekler rengarenk açsınlar diye tomurcukları toprak kendi içinde büyütüp doğa anaya hazırlıyorsa, anneler de bebeklerini hayata hazırlamak uğruna onları dokuz ay karnında taşıyorlar.
Az önce Allah tarafından iki ayaklı canlılar ve dört ayaklı kanatlı kanatsız bütün fani varlıklar hayat sürsünler diye mavi gezegen yaratılmıştır gibi bazı yorumlarda bulunmuştum. Bu konuda fikirlerim son bulmadığından birkaç düşüncemi daha eklemek istiyorum.
Dünyanın yer kabuğun henüz tam manasıyla soğuduğu, hayatın doğa ananın hakiki özüyle buluştuğu o ilk zamanları hayal gücünüzü kullanarak düşünebiliyor musunuz? Kos koca gezegenin her bir köşesinde tek canlı varlığın dahi yaşanmasına henüz izin verilmemesine rağmen ıssız yeryüzünü güneş ışığıyla aydınlatan gökyüzü, kimi günler bulutların akıttığı yağmur damlalarıyla, kimi günlerse insanoğlunu öz hamuru diye bilinen toprağı duru beyazlığıyla kar taneleri ak danteller misali süsleyip kaplamıştır. Yeni başlayan ilk hayatın öz benliği gibidir gökyüzünden rahmetle dökülürken o yağmurlar, o karlar. İlk devirler sırasında egzoz gazı, evlerde yanan sobanın tüten kara dumanlar daha hayata geçmediği için zamanında yağan yağmurların sonrasında toprağın, göklerden akan özsuya doymasıyla etraftaki yeşermiş otlar, kim bilir nasıl harika bir çimen kokusu yayarlardı. Gerek yeni yeni yeşerip filizlenen tabiatın taze güzelliği, gerekse henüz hiçbir bölgede kirlenmeyen tertemiz havasıyla, yaşatabilmek uğruna dünyaya anlam katacak hayvanları ve tabi ki insanları bekliyordu hayat. Kimler ne yaşamlar sürüp yanlışlarıyla, kendilerine münhasır doğrularıyla kimler gelip, göçüp gitmeyecekti ki bu dünya hayatından. Kimileri insanlık adına yapacağı kahramanlıklarla nesiller boyu gururla dilden dile konuşulacak, kimileriyse dünyada ki bazı güzelliklerin yok olmasına sebebiyet verecek ve bu kimselerin isimleri sonsuza lanetle anılacak. Tabi bu saydığım yaşanacak insan hayatından çok öncesinde yeryüzünün kimsesiz sessizliğine inat hayat dediğimiz şey tabiat anaya hakim olmaya başlamıştı. Denizlere ana vatanlık görevini üstleniyor olan beyaz köpüklü dalgaların canlı yaratıkları andırırcasına kıyılara vurduğu sıralarda zaman kavramı sadece gündüzle geceden ibaretti. Güneşin çevreyi ışıldattığı aydınlık gündüz, bazı zamanlar koyu lacivert gökyüzünü dolunayın süslediği karanlık gece. Ne denli garip bir gerçeklik değil mi? Yeşil renginin bin bir çeşit tonunun bezediği on binlerce ağacın topraktan fırlayıp büyüdüğü, her birinin yağlıboya tablolarını enfes güzellikleriyle süsleyen ormanlar. Havası hasta bir insanın ciğerlerini iyileştirecek kadar temiz bir dünyada, henüz hiçbir kötülük ruhları kirletmemişken yaşam sürmek ne harika olurdu kim bilir. Ancak üzüntüyle söylemeliyim ki, temiz bir o kadar düzeni bozulmamış bir dünya üzerinde düzgün hayat yaşayabilmek şu saatten sonra her birimiz için imkansızdır.