Bu günler daha çok düşünmeye başladım. İnsan evde olunca aklında dolaşabilecek vakti çok oluyor. Bazen mutlu bazen de mutsuz, hangi ruh halimiz var ise hayalperest olabiliyoruz. Bir kişiye içten sarılmayalı uzun zaman oldu. Samimi muhabbetlerden, samimi dokunuşlara kadar, zaman geçti ve halen boşluk hissine alışamadım. Bir ara çocukluğuma indim ve çimenlerin üzerine yattığım anılarımı, parkta koştuğum, salıncakta sallandığım, çocukluğumu ve çocuk olmayı özledim. Her şeyi bilmemeyi, hayatın yemek ve içmekten oluştuğu, saçma ağlamanın ve saçma gülmelerine kadar, rahatlığın battığı ama gerçekten çok rahat olduğumuz o döneme dönmeyi arzuladım. Şimdiki çocuklar veya çocuklarımız, biraz farklı yaşıyorlar ama belki de çoğu hiçbir şeyin farkında değiller, bu farkındasızlığı özleyebiliyor insan.
Büyümenin acı ve tatlı yanları var. Geleceğin belirsizliği, düşünüldüğünde ve fark edildiğinde acı tarafı. Sorunların büyümesi, çözümlerinde zorlayıcı olması ama buna rağmen, çoğu şeyin geçmesi ve tecrübe olarak kalması tatlı yanı oluyor. İnsan ne olursa olsun yaşamalı, yaşamaya devam etmeli. Geleceğimi hayal ettiğimde ne olacağımı bilmiyorum. Bir çoğumuzda bilmiyor zaten, ama hepimizin istekleri, hayalleri ve hedefleri var. Bazılarımız okuyor, bazılarımızda çalışıyor ve birçoğu da ikisini de yapmak zorunda kalıyor. Bu gerçek. Bu hayatın nereye gidebileceğini tahmin edebiliriz, çünkü yaşadıklarımız bize açık ipuçları bırakır ama yine de yaşadıklarımız sürprizlere açıktır. Hayat sürprizlerle dolu. O yüzden yaşamaya devam et. İyi birisi ol. Bu kadar olumsuz düşünme, her şey geçici sonuçta. Diğer paragrafa geçip biraz hayalperest olacağım.
Mutluluğun resmi, o anki yaşadığım anın vermiş olduğu sergi değilde – ufak, tefek hayallerimle yüzüme tebessüm indirebiliyorsam, mutlu olabilirim. Geçmişime dönüp mutlu anılarımı hayal edebilirim ve geleceğin belirsizliğine karşın hayalgücümü canlandırıp, uçabilir, dünyanın herhangi bir yerine gidebilir, gezebilir, bir kişiyi ya da birden fazla kişileri oluşturup, hayali anlamlar yükleyebilirim. Yazılmış romanlar, karakterler, dizi veya film senaryoları hayalgücü ile oluşan ama okunduğunda ve izlenildiğinde insana ilham veren şaheserlere dönüşür – bu hayatı bir kaleme alıp, aklımızın derinliklerine gidebilirsek, hayalgücünün vermiş olduğu farkındalık düşüncesiyle, hayatımızda neyin eksik veya neyin fazla olduğunu görebiliriz, değiştirebilir, şekillendirebiliriz. Ayna karşısına geçip – iki üç kere kahkaha atıp sonra uzun sekilde kahkaha atmaya başlamamızı delirmek olduğunu düşünüp varsaymak yerine, bundan farklı anlamlar çıkarıp ruh halimizin iyileştirmeye ya da şekillenmesine yardım etmekte, bizim elimizde değil midir?
İnsanlar mutluluğa farklı anlamlar yükleyerek, mutluluğu göremezler, ya çok fazla anlam yükleriz ya da anlamsız buluruz. Neye ihtiyacımız var? Bence tek bir cevap söylemem yeterli, birbirimizi anlamaya ihtiyacımız var. Eğer yeteri kadar birbirimizi anlayabilseydik, birbirimizin elini bırakmazdık, sırtımızdan vurmazdık, üzmezdik ve kırmazdık – diyelim her şeyin farkında olduk, tüm ırklar, tüm dinler, tüm insanlık birleşti ve herkes bir oldu, yine konu anlam yüklemek veya her şeyi anlamsız bulmak olmaz mıydı? Yine de ben demez miydik? Gerçek şu ki, ölümün bu kadar gerçek ve anlamlı olması, herkesin eşit olmasıdır. Bizi ayıran yaşadığımız şeylerin aslında çok eşitsizliğinden kaynaklanmasına bağlı, bunu eğitimden, beslenmemizden, ekonomiden, adaletinden tutun, her şey örnekleştirebilir.
Peki hayatımızın sonuna kadar bu eşitsizliği kendimize dokunmaya başladığı ana kadar mı anlayacağız, farkına varacağız ve bir şey yapmaya başlayacağız? Belki de mutluluk adil olmayanı görmek, kabul etmek, bunun için yapabileceğin bir şeyin olmadığını kendine inandırmak ise kısacası umursamaz olmaksa, mutsuzluğun resmini haberlerde, gazete manşetlerinde, yaşam öykülerinde, biyografik romanlarda, şarkılarda, hem okunabilen, izlenebilen, yazılabilen bir halde görebiliriz. Bu yaşadığımız dünya Babil’in Kulesi gibi yükseldikçe, yıktığımızın bir gerçeği.