Bu aralar hepimiz gözlerimiz açık uyuyoruz sanki. Ya hayat bu kadar hızlı akarken, hiçbir şeyi kaçırmamak için böyle yapıyoruz. Yada bir şeyleri kaybedeceğiz diye korkudan gözümüzü ayıramıyoruz. Her halükarda bir şeylerin peşinden koşuyoruz, gözlerimiz açıkken uyumaya çalışıyoruz.
İşte bu yüzden kabuslarımızdan uyanamıyoruz belkide. Hepimiz kabuslarımızın içinde sıkışıp kalıyoruz. Gece nerde bitiyor, gün nerede doğuyor; doğru neresi yanlış neresi, rüya hangi taraf gerçek hangi taraf bilmiyoruz. En büyük korkularımızı yaşıyoruz her gün. Geceler değil, günler aylar yıllar süren kötü rüyalar kovalıyor peşimizi. Sürekli düşüyoruz, bağırmak isteyip bağıramıyoruz, kaçmaya çalıştıkça daha da kayboluyoruz. Hayatlarımızda hayallerimizi, rüyalarımızı gerçekleştirmeye çalışırken, en kötü kabuslarımızı yaşıyoruz. Sadece alışkanlıktan yanında olduğumuz birinin yanından kalkıyoruz, sevmediğimiz bir işe gidiyoruz, sevmediğimiz insanlar için çabalıyor her şey yolundaymış gibi yapıyor, olmadığımız bir insan oluyoruz.
Sonra bir sabah, kırmızı hapı yutmuş gibi uyanıyoruz. Annelerimizin tozlu dantellerin altında sakladığı televizyonları çıkarıp çizgi film izler gibi hayatımızı izliyoruz. Sanki dokunsak içine girebilecek gibiyiz hayatın, ama elimiz ekrana çarpıyor. İşte o anlarda, korkup kaçtığımız şeyleri zaten yaşadığımızı anladığımız, hayata dokunmak isterken soğuk parlak ekranı hissettiğimiz, yaşamadığımızı sadece nefes aldığımızı anladığımız o anlarda, çaresizlikle evlerimize, odamıza kabuğumuza sığamıyoruz. Farkındalığın sancılarıyla, ana rahminden yeni çıkmış bir bebek gibi ,nefes nefese ,ciğerlerimiz yanarcasına gerçekliği soluyoruz. Ağlıyoruz, ağlıyoruz…