Yeni doğan bir günü erkenden selamlayanlar, karanlığın içinden inatla sıyrılan aydınlığı iyi bilirler. Önce sabah ezanı yeni bir günü selamlar, sonra o heybetli dağların ardından ışıkları ve tüm ihtişamıyla güneş görücüye çıkar. Uzaklarda o yanıp yanıp sönen ışıkların ateş böceklerini andıran görüntüsü birer birer kaybolur. İşte al sana sahibinden yepyeni bir gün!
Öncesi karanlıktı, epey de soğuktu. Karanlık, sessizlik derken önünü göremeyen tüm hüzünler odamıza, manzaramıza ve zihnimize üşüşmüştü. Yaşama sevincimizin daldığı derin uykudan çalan alarmını ha bire beş dakika ertelemeye alması, can sıkıcıydı. Etrafımız; karanlığın tüm pislikleri gizlediğini düşünenlerle ve kendi karanlığının dehlizlerine büyük bir kabristanlık inşa edecek kadar kalbine gömdüğü ölüleri olan insanlarla doluydu belki ama bak güneş, ışıklarını hala esirgemiyor yeryüzünden…
Herkesin ayrı bir manzarası vardır. Herkesin baktığı şeyde gördüğü ayrı ayrıdır. Bazen farklı şeyleri görmek bir zenginliğe dönüşürken bazen de farklılıklardan yeterince beslenememek kaosun içinde dımdızlak bırakıverir insanı. Bakmak ile görmek arasındaki fark, herhangi bir manzarada zihnimizin bize ilettiği mesajları doğru okuma ve anlamlandırma görecesidir. Maharet biraz da bizim baktığımız yerde ne görmek istediğimiz ile ilgilidir.
Hiç unutmam; katıldığım bir eğitimde, söyleşi sonrası yazar şöyle bir istekte bulunmuştu: “Lütfen benden edindiğiniz izlenimi anlatan yani beni tarif eden en az üç madde not alın!”. Okuyacağımızı da düşünerek önümüzdeki kağıtlara maddeleri sıraladık. Onun, aslında bizim onu nasıl tanıdığımızla ilgilenmediğini de sonrasında anladık. Mikrofonuna şunları söylemişti: “O yazdıklarınız, aslında sizin kim ve ne olduğunuzla ilgilidir. Kalbinizde ve zihninizde oluşan her ne ise, karşı tarafta da aynı şeyleri görürsünüz!”. Kısa bir şaşkınlığın ardından çoğumuz belki de kendimizi nasıl tanıdığımız ve kalbimizde ne ile meşgul olduğumuz ile ilgili yazılı maddeleri tekrar tekrar okuyarak derin bir sessizliğe büründük.
Asıl mesele, İnsanın kendi aydınlığı ya da karanlığı! Üstelik akşam ezanından sonra dışarıya çıkmanın yasak olduğu bir çocukluk geçiren bizlerin aydınlığa ayak uyduramaması hiç olacak iş mi?