İnsanların yaşamlarını sürdürebilmeleri için birtakım ihtiyaçlara gereksinimleri vardır. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre de ilk basamak fizyolojik ihtiyaçtır. Bu ihtiyacı karşılanmadan diğer basamaklara geçilemez. Normal bir birey aç susuz yaşamaya 10-14 gün arası dayanabilir. Sonrasında da ölür. Peki bu noktada sormak istiyorum; sevgisizliğe kaç gün, kaç ay dayanabiliriz? Evet sevgisizlik ve ilgisizlik öldürmez belki ama yaşatmıyor da sadece nefes almayı sağlıyor. İnsanlar sevmeye ve sevilmeye ihtiyaç duyarlar var oldukları müddetçe. Bugün hissettirilmeyen sevgi yarının hastalarını, sapkın hareketlerle sevgi ihtiyacını karşılamaya çalışanları veyahut “Ya benimsin ya kara toprağın.” Demenin sevgi olduğunu düşünen katillerini doğuruyor. Bugün ayırılmayan bir saat yarından bir ömür çalıyor. Evet ölmüyoruz sevgi görmeyince ama birilerinin ölümüne sebep oluyoruz ya da duyguları alınmış bireyler haline geliyoruz. Çocuklarına sevgiyi çok gören ebeveynlerin eseri değil tüm bunlar; çocuklarına göstermedikleri sevginin nelere mal olacağını kestiremeyen ebeveynlerin eseri. Hangimiz, ne kadar bilincindeyiz; sevgisizliğin kişiliğimizi oluşturduğunu; ruhsal, fizyolojik hastalıklara sebep olduğunu ya da beyin gelişimini etkilediğini?
Her bireyin travması mevcuttur kendi içinde ama bu travmaların şiddeti etkiler yarınımızda nasıl bir birey olacağımızı. Büyük olaylara ihtiyaç duymayız hasar elde etmek için o andaki yaşadığımız yoğun duygu yeterlidir. İnsanlar dillerine vurmadıklarını hafızalarından da attıklarını düşünürler; kindar, özgüvensiz, hırçın, sapkın olmasının sebebinin bunlara dayandığını bilmeden. Tam da bu noktada Murat Mungan’ın bir sözüne yer vermek istiyorum; “Bir çocuğun kalbinin ne zaman kırıldığını büyükleri çoğu kez bilmez. Ne kadar derinden kırıldığını da kendisi… Bunu hissettiği şimşek çakımı kadar kısa anlar yaşar belki ama bilmesi yıllar alır. Yalnızca insanlar büyür, yaralar büyümez; yaralar çocuk kalır.” Oysa sadece geçmişin yaralarını unuttuğunu sanıp bastırmakla meşgul olan çocuklarla dolu bir dünya elde ediyoruz. Farkında olmasa da yaralarını sarmak için başvurulan onlarca sapkın hareketler, onay beklentisi, ben buradayım deme şekli ve daha pek çok vukuat. Bu konuyu bir kitap tavsiyesine bağlamak istiyorum. Dr. Bruce D. Perry ve Mala Szalavitz’in birlikte yazdığı Köpek Gibi Büyütülmüş Çocuk kitabı pek çok çocukluk travmalarının bir araya gelmesi ile oluşturulmuştur. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olanlar, tacize uğrayanlar, iki kıza taciz edip öldürenler, davranış bozukluğu olanlar, konuşma geriliği olanlar ve daha nicesi… Peki hepsinin ortak özelliği ne dersiniz? Ben söyleyeyim hissedemedikleri sevgi, görmedikleri ilgi. Bu vakalardan bir tanesini örnek vermek istiyorum. Sık sık haberlerde görüp lanetler okuduğumuz katiller gibi 14 yaşında bir çocuk. İki kıza saldırıp öldürüyor ve bunun sonucunda da hiçbir pişmanlık, üzüntü hissetmiyor. O kızları ve ailesi adına üzülmek aklına bile gelmiyor sadece hapiste ömrünün geçeceğini bildiği için içten içe öfke duyuyor. Okurken içinizden çocuğa lanetler okumuş, hakaretler etmiş olabilirsiniz. Peki bu hakaretleri hak eden çocuk mu yoksa çok ağlıyor diye ayını doldurmamış bebeğini eve kitleyip gezmeye giden, biraz büyüdüğünde de sevgisini hissettirmeyen, hiçbir gelişim durumuyla ilgilenmeyen anne ve babaya mı? Hiç kimseye ihtiyaç duymadan yaşamayı öğrenen, duyguların gereksiz olduğunu düşünen bir çocuğa, kızmaya devam mı etmeliyiz ya da katilin çocuk olduğunu düşünmekte ısrarcı mı olmalıyız? Çocuğunu aç susuz bırakıp ölmesine göz yuman bir anne görsek kin dolarız o anneye, içimizden düzinelerce cümleler sıralarız; peki vermediği sevgi yüzünden katil olmasına sebep olduğunda neden çocuğa üzülme gereği duymayız? Çünkü altındaki gerekçeleri düşünmeden yargıya varmak hepimiz için daha kolay bir yoldur. Bugün bir cinayet haberi duyuyorsak eğer o ölüme tek sebep olan katil değil; sevgisizlikle cezalandıran anne, anneye sevgisini göstermesini öğretmeyen toplumdur. Son olarak büyük önem teşkil ettiğini düşündüğüm bir konuya daha değinip yazımı sonuca bağlamak istiyorum. “Uslu bir çocuk olursan seni herkes sever, yaramazlık yaparsan seni odaya kitlerim; ödevini yapmazsan çok üzülürüm.” Pek çok ebeveynin kullandığı masum gibi görünen cümleler. Ama altında çocuğa verdiği mesaj şudur; “Ben uslu bir çocuk olursam annem beni sever, ilgi gösterir; ailem beni yaramazlık yapmadığım zamanlarda sever, o zaman ben kendimi sınırlandırmak zorundayım.” Çocuklara verilen sevgi, ayrılan zaman ödül olmamalı; çünkü bu bir zaruriyet, temel ihtiyaçtır. 6-7 yaşlarındaki bir çocuğa sen çok tatlısın dediğimde aldığım cevap karşısında hayrete düştüm ve bir o kadar da üzüldüm. “Hayır ben tatlı değilim; çünkü yaramazlık yapıyorum.” Sizce bu çocuk bunu nasıl öğrendi? Bunu bizzat duymasa bile böyle hissettirilmeyen çocuğun aklına bu düşünce nasıl gelir? Çocuklara doğruyu öğretme yolu, uslu olduğunda sevgi göreceği ya da tatlı bir çocuk olacağı aksi halde yalnız kalacağı düşüncesini aşılayarak olmamalı; çünkü yarının dik duran ve sağlıklı olup, sağlıklı ilişkiler kuran bireyleri her durum karşısında sevgiyi hissetmesi ile var olmaktadır. Çocuğa gösterilen sevginin şımarıklığa sebep olduğuna inanan düşünce sistemine ne zaman son verilecek? Şımarıklığa sebep olan sevgi değil; nelere mal olduğunu bilmeden takınılan tutumlardır.
Kimseleri suçlamak ya da ebeveynliklerini sorgulamak ne benim haddim ne de benim görevim. Ama şu da bilinmeli ki ayakta alkışladığımız da lanetler okuduğumuz bireyler de ebeveynlerin eseri. İlgiye ve sevgiye aç büyüyen çocuklar yarının çocuğundan sevgisini kısıtlayan ebeveynleri. Bu zinciri kırmanın yolu sevgiyi hissetmek ve hissettirmekten geçiyor; çünkü Erich Fromm’un da dediği gibi “Sevgi; kişiyi diğer insanlardan ayıran, duvarları yıkan, onu diğerleri ile birleştiren insanın içindeki etkin güçtür.”
FEYZA ÜNSA