Annem okuma yazmayı sonradan öğrenmiş. Çok zeki bir kadındı. Sık sık çocukluğumda dedeme sitem eder bazen de kızgınlıkla ona öfkesini kusardı. Kendi okuyamamıştı ama beş çocuğunu okutmak için çabaladı hep. Ama ben bilirdim hep bir ukde vardı içinde. Bu daha çok kendi parasını kazanmak meslek sahibi olmak isteği üzerineydi. Bize, okuyun da kocalarınıza muhtaç olmayın derdi hep. Çünkü çok uğraşmıştı babamla. Parasızlıkla. Şehre, köyden gelince ne çok sevindiğini anlatırdı ama sonrası…. Yaşadıkları tam bir hayal kırıklığıydı. Meraklıydı, hep bir şeyler öğrenmek isterdi. İlk görev yerimde benimle beraber geldi. Hiç unutmam hepsi genç bir grup arkadaşla, ünlü bir ressamın sergisine giderken bize katılmıştı; sen gelme istersen dememe rağmen. Ama büyük bir hayranlıkla sergiyi gezişini, soru soruşunu, oradaki insanlarla sohbet edişini seyretmiştim. Hep yeniliğe açıktı. Ama yıllar ondan eksiltti bir şeyleri. Tüm yaşadıkları, hayatta bulamayışları ve mutsuzlukları biriktirdiğinden midir nedir huysuz bir ihtiyar oldu. Ama eksilmeyen bir şey var onda hala. Konuşmayı hala çok seviyor, anlatır size tüm yaşantısını bir çırpıda.. Hep mutsuzluklar kalmış hafızasında ama neyse. O benim kahramanım, hayata tutunmamda, zorlukları katlanmamda ki direncim. Şimdi bende bir anneyim. Anne olunca anlarsın derdi bize hep kızdığında. Evet, anne olunca anladım yaptığım tüm şeyler… Evlatlarım her şeyim… Bazen yanlışlar yapıyorum, ama bilerek değil. Biliyorum bazen engelleyemediğim bencillikle kendimi düşünüyorum ama sonra bunun vicdan azabını çekiyorum. Evet, anladım anne olmak çok zor.
Herkesin anne hikayesi farklı anlayacağınız. Kitapların sayfaları arasındaki karakterlerin, annesine bakalım birazda. Onlar da bizden değil mi ki zaten. Sadece ses bulduğu dil farklı. Ama hepsi birer anne hikayesi bu coğrafyadan..
Tahsin Yücel Dokuz Ay On Gün adlı öyküsünde “Hiçbir şey istememişti senden, ama her şeyini vermişti. Hep geleceğim demişti, gelmişti de. Çocuğumuz da burada doğacak ondan sonra hiç gitmeyeceğim diye fısıldamıştı kulağına. İşte bekliyordun, hesabın tamamdı, kuşkun yoktu geleceğinden. Çoktandır görünmüyordu ama ne çıkardı? Sancılar içinde de olsa gelecekti bu akşam biliyordun. Gözlerini yollara diktin, uzun uzun yollara baktın. Yanakları pembe pembe bir bebek düşündün. Adını Yılmaz koyacağım dedin. Yanakları pembe pembe bebek bütün sisleri dağıtıverdi birden, karanlıkları eritti. Şıkır şıkır bir dünya doğdu içine. Gözlerini kapadın, gülümsedin. Ama birdenbire irkiliverdin birden, arkalarda bir yerden dertli bir türkü yükselmişti.” diyerek sosyoekonomik şartların, toplumun yapı taşı olan aile kurumu üzerindeki etkilerini anlatır. Kadınlar; alçak gönüllü, sade hayatlar içinde dar gelirli çok çocuklu ailelerini çekip çeviren kadınların, büyük şehirde yaşama bilgisinin ilk eşiği, her şeyin ucuzunun nerede satıldığını öğrenmektir. Büyük şehirde ilkin yoksulluk bilgisiyle karşılaşan kadınlar…. O kadınlar bugün birçok kurtarılmış hayatın gizli ve gerçek kahramanları. Tam da benim annem gibi. Benim senin fark etmez annelik doğum süreciyle bile zor. İşte burada da;
Halikarnas Balıkçısı, Yol Ver Deniz! Bir Ana Taşıyoruz, adlı hikayesinde, fırtınalı denizde, doğaya meydan okuyan gemicilerin teknesinde, doğumun öyküsünü anlatır bize. “Fatmayı sedyeyle gemiye taşıdılar. Kayığın ambarına koydular. Fırtınaya rağmen geminin bütün yelkenlerini açacaklardı. Çünkü kadını ölmeden yetiştirmek gerekti. Yirmi gemici hep bir ağızdan “Savulun dalgalar, engine gidiyoruz… Yol ver deniz biz denizciler geliyor” şarkısını tutturdular. Tam pupa gidecekti. Ön ve arka direklerin büyük randa yelkenlilerinin birini sancak, ötekisini iskele tarafına ayıkulağı açtılar. Bu iki yelkenden başka bez namına kayığın ne kadar kanadı varsa hepsini üst üste gerdiler.” Dayanılmaz acılarla dünyaya getirdikleri evlatlarıyla analar ne çok şeyi omuzlamışlar sırtlarına. Ama bir o kadar büyük sevgiyi de yüklenmişler ki, dünyanın tüm acılarını hafifleten.
Samim Kocagöz Mektup hikayesinde ise; “Korkuyla birden başını küçük odaya çevirdi. Sabahın alaca karanlığı henüz odadan çıkmamıştı. Köşedeki yatağın içinde oğlunun başı, siyah saçları görünüyordu. Yüzü duvara dönüktü. Nefes almıyormuş gibi geldi. Kalktı, dizleri, elleri titreyerek yavaşça yaklaştı. Yüzünü gördü, yanağını yanağına koydu. Rahat sakin uyuyordu oğlu. Ondan beş yaşındayken ayrılmış. Sekiz yaşındayken ona kavuşmuştu. Geçen kış kendisi yokken okula başlamıştı. Bu yaz, iki aydır yeniden annesine kavuşmanın sevincini yaşıyordu. Hele annesiyle bir odada olmak, yan yana yataklarda yatmaktan çok mutluydu. Kendisi de köyüne gelmekten, anasıyla, babasına kavuşmaktan çok mutluydu.” Diye üç yıldan sonra annesine kavuşan babası uzakta çalışan küçük bir çocuğun duygularını anlatır bize en yalın haliyle.
Sarı Sıcak adlı öyküde ise; (acımasız babası Osman’ı uykusundan uyandırıp ekin tarlasına ırgatlığa yollar, büyüyünce tembel olmasın diye.) çaresiz annenin isyanına rağmen babasının zoruyla çalışmaya giden Yaşar Kemal’in, Osman’ının annesi farklıdır.
Çocuk, “Anam,” dedi, “Anam, yarın sabah gün ışımadan uyandır beni.” “Gene uyanmazsan?” “Uyanmazsam iğne sok etime. Saçlarımı çek. Döv beni.” Soluk yüzlü, ince kadının kara gözleri sevinçli bir ışıltı içinde kaldı. “Ya gene uyanmazsan?” “Öldür beni.” Kadın var gücüyle çocuğu kucağına alıp, bağrına bastı. “Cannn!” dedi. “Uyanmazsam…” Çocuk düşündü, birden: “Ağzıma biber koy,” dedi. Anası yeniden, aynı sevecenlikle, gözleri yaşararak onu bağrına basıp öptü. Çocuk boyuna yineliyor: “Bak uyanmazsam ağzıma biber koy ha!..” Ana: “Can!” diyor. “Biber çok acı olsun.” Şımarıyor, tepiniyor, ara vermeden boyuna haykırıyor: “Acı biber, kırmızıbiber… Bir yaksın ki ağzımı… Bir yaksın ki… Hemencecik… Hemencecik uyanayım.” Anasının elinden kurtuluyor, o hızla çardağa çıkıp yatağa giriyor. Bunaltıcı bir yaz gecesi… Gökte tek tük soluk yıldızlar, kocaman, testekerlek bir ay… Yatak ekşi ekşi ter kokuyor. Yanına yönüne dönüyor. Sonra bir karar: “Sabaha kadar uyumam.” Seviniyor. Sabahleyin, anası “Osman,” der demez, hemen kalkıp boynuna sarılacak. Nasıl da şaşacak bu işe anası! Öyle saf bir sevgidir ki çocukla ana arasında olan.
Tarık Dursun K.’nın, Bahriyeli Çocuk öyküsündeki kahraman da; “Fotoğrafın arkasındaki “Anneciğini hatırladıkça bak” yazısı, sağ alt kenar üçgeninden sol alt kenar üçgeninin ortasına doğru yürüyor. İşlek, açık bir yazı. Bir kadın elinden çıkma. Yine de annemin değil. Bir komşu kızına yazdırmış mutlaka. Annem yeni yazıyı öğrenemedi. Uğraşa didine okumasını söktü, yazmaya gelince ilkokul birinci sınıf öğrencilerininkini andırır, büyük büyük harflerle bir imza atmayı bildi, o kadar. Gazeteleri okurdu, kitap okurdu, ağabeyimden gelen mektupları okurdu. İki satırlık bir karşılık yazmak gerektiğinde de ya benim başımın etini yerdi ya da bir bir komşu öğrenci çocuğunun. Hiç kimseden yardım görmedi mi oturur, eski yazıyla kendi yazardı.” diye anlatır annesini.
“Anaların, diyor Şükriye Hanım’ın kızı Güler, anaların yüreği hep ağzında. Hep böyle oldular. Uykularında uyanıklıkların da ölülerimizi görür oldular bütün bütün. Analara, analara, en çok onlara yazılmalı şiirler çocuklar, en çok onları anlatmalı. Hep anlatmalıyız, okul kapılarına varamayan, hiç değil her akşamüstü, oh çok şükür sağ salim geldi bugün de diyemeyen, her günün her akşamını bile bekleyemeyen, yarına dayanmak için her günün her akşamüstü olsun sevinemeyen, hep uzaktan, aylar ucundan kıvranıp duran anaları, onları anlatmalıyız. Şiirleri onlar üstüne, onlar için yazmalıyız çocuklar. Anaları çocuklar, insanları çocuklar, tutarsa şiirimiz ayakta tutar. En yakınımızdan başlamalı, onlara, onlar için en güzel şiirleri yazmalıyız. ”der Adalet Ağaoğlu’nun karakteri. Şiir ve Sinek öyküsündeki kızına çok bağlı bir annenin dışa açık kızı Güler’in biraz sitemi de vardır annesine hikayede.
Öyküde olduğu gibi şiirler yazılmalı onlara. Ne kadar uçurumlar olsa da aramızda. Şimdide Ağaoğlu’nun Güler’inden, Nazım’ın annesine gidelim.
Sana annemi anlatayım. Anam gençliğinde güzel bir kadındı. Fakat -oğlu diye söylemiyorum; objektif olarak konuşuyorum- anamın güzelliği sıcak değil, soğuk bir güzellikti. Bunda belki gözlerinin birbirinden çok uzan olmalarının dahli vardır. Sonra anamın güzelliği XIX. asır güzelliğidir.
Annem cesur kadındı gençliğinde. Ben cesur olmayı biraz da ondan öğrendim. Anam ömrünün sonuna kadar biraz delişmen bir çocuk olarak kalacaktır. Ben de, delişmenlik dozu az olmak şartıyla onun gibi çocuk kalmaya mahkumum.
Anam inanmasını bilen kadındır. Resme bir dindar gibi inanır. Sonra anam, bana öyle geliyor ki, bütün delişmenliği ve bebek güzelliği altında, bir türlü ortaya vuramadığı müthiş ihtiraslı bir et taşıyordu. Annem bedbaht bir kadındır. Ve ömrümün üzerinde anamın bedbahtlığını ben taşır dururum. Sana bir şey söyleyeyim mi, anamı o kadar gizliden gizliye severim ki, ömrümde ilk defa yalnız sana ondan bahsediyorum.
Annemle ahbap olursan, hâlâ boyalar içinde, yani hem paleti, hem yüzü gözü boyalı, inanmış, bedbaht, fakat dehşetli çalışkan ve her şeye rağmen yaşamak isteyen, bir şeyler yaratmak için çırpınan, ihtiyar, nazik bir kadınla dost olursun.
Nazım Hikmet’in annesini anlattığı mektuptur bu. Adalet’e yazmıştır 1942 yılında. Hepimizin, annelerimize olan duygularını anlatmamış mıdır satır aralarında. İster edebi bir kurgunun içinde, ister Nazım’ın mektubunda, bizim annelerimizin hikayeleri yok mudur? Hayatın isimsiz kahramanları onlar, bu coğrafyada kadın olmanın zorluğuyla boğuşurken annelik gibi kutsal bir görevi yerine getirmeye çalışan kadınlar, senin benim annem gibi.
“Kitapçıların ve çiçekçilerin bazı özellikleri olmalıdır Olric. Gelişigüzel insanlar bu mesleklerin içine girmemeli. Kitaplar ve çiçekler özel itina isteyen varlıklardır. Ne yazık, bu meslekler de artık olur olmaz kimselerin elinde, sattıklarıyla ilgileri olmayan kişilerin. Durmadan kitaplara ve çiçeklere eziyet ederler, onlara nasıl davranılacağını bilmezler. Bana kalırsa, bir kitapları koruma derneği kurmalı ve kitaplara kötü muamele edilmesini önlemeli…” diyor Oğuz Atay Tutunamayanlarda.
Eminim bu yazıdan sonra anneleri de eklerdi koruma derneğinin kapsamı alanına Oğuz Atay. Özelikle bu coğrafyadaki anaları. Anaları koruma derneği fikri hiç fena fikir gibi durmadı kursak mı acaba…