Sıkıcı bir konu olabilir yazacaklarım ama ne yapabiliriz?
Türkiye’de hâlâ bazı hususları çözümleyemedik!
Mesela…
Din olgusu gibi…
Vatandaşların mukaddes değerler tarafından saflaştırılması ve birbirine düşman kılınması gibi…
Türkiye’de belli bir kesim, yıllardan beridir bu ülkenin kurucusuyla bir türlü barışamamıştır.
Yine bir başka kesim de, ülkemizde nedense Diyanet İşleri Başkanlığını ve İmam hatip Okullarını dillerine pelesenk etmiştir.
Her şeyden önce, tamam memlekette “düşünce özgürlüğü” var olmasına var da… Bu hak doğru düzgün kullanılıyor mu?
Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) kanunla kurulmuş, aynı zamanda anayasaca tanımlanmış-teşkilat kanunu olan bir “anayasal kurumdur”.
Yine herkesin malum olduğu üzere, Türkiye’de Müslüman vatandaşlarımızın doğal tabiiyetleri Sünni Müslümanlıktır. Bundan ötürü de DİB’nı, “taraflı bir kurum” gibi göstermek mantıkî değildir.
Anayasaca tarif edilmiş bir kurum, tüm vatandaşların dinî hizmetlerinden sorumludur. Aynı zamanda, bu kurum, tüm vatandaşların din ve vicdan özgürlüğünün sınırları içinde, ibadetlerini hiçbir engellemeyle karşılaşmadan ifa etmelerinin koordinasyonuyla da yükümlü bir kurumdur.
Türkiye’de zaten yıllardır çözümlenemeyen hususların başında, bu mezhepsel ve etnik kavramların; hem siyasetçiler hem de emperyalistler tarafından manipüle edilmeleri gelmiştir.
Zaten şöyle geçmişe doğru yolculuğa çıktığımızda da, insanlık tarihinin süreçsel gelişiminde ve dönüşümlerinde “din savaşlarının” çok fazla tesirini görürüz.
* * *
Feodalite döneminde insanların toprak üzerinden sömürülmelerinin başat faktörü yine din idi.
Bu tarihsel gelişmeler hem İslam Dünyasında hem de Batı Dünyasında, insanların sömürülmeleri veçhesinde seyir izlemiştir.
Ülkemize gelirsek de…
Belirttiğim üzere, özellikle dönem dönem bakmak gerekir ki… 70’li yıllar ile 80’li yıllar sonrası, Türkiye’de etnik savaşların ve “dincilik” faaliyetlerinin ivme kazandığı dönemler idi.
Türkiye’de çarpıklık da biraz belki uygulanan siyasal sistemden ileri geliyorsa da… Demem o ki, mevcut idare biçiminin tüm toplumsal bileşenlerin yönetime katılmaları ve temsilde adaletin tesis edilmesi bağlamında yeterli gelememesi ve tıkanmalara vesile olması…
Esasında, parlamenter demokratik rejim, toplumun farklı katmanlarında anlam bulan ve yine yaşamsal süreç içinde hem hayattan edinilen hem de resmi eğitim süreçlerinde kazanılan düşünceler ve fikirlerle harmanlanan ideolojilere fırsat tanıması açısından “ehven-i şer” mertebesinde bir sistem idi.
Bu bağlamda, popülist siyasetçilerin, pragmatik siyaset yöntemlerini geniş halk kitlelerinin oyunun alınmasında tek geçer akçe görmeleri, aynı doğrultuda, “siyasal istikrar”, “yönetimde devamlılık” gibi siyasetin ağdalı kelimeleriyle seçmen tabanını gözbağıyla büyülemeleri, en son tahlilde mukaddes dinî olgu ve değerlerinin “olması gereken” makamda bırakılmaları gerekirken, siyaset meydanlarında kullanılmaları, toplumumuzun aşırı derecede yozlaşmasına da vesile olmuştur.
İşte bu bağlamda, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın toplumumuz üzerindeki işlevini meşru sınırlar dışına çıkmadan değerlendirmek gerekir. Tabii ben teolog değilim. Diyanet İşleri Başkanlığı gibi dinî bir mercii hususunda kati şeyler sarf etmem, beni bağlayacağı gibi, düşünsel ve lafzî zaafiyete de düşürebilir.
Son olarak şöyle toparlamak gerekirse, Müslüman insanların duygularının sömürülmemeleri için ve dahası tüm inanan–inanmayan insanların özgürlükleri noktasında, siyasetçilerin, devletimizin “laik” ve “sosyal hukuk devleti” ilkelerinden hareketle politika üretmelerini elzem kılacaktır.