1995 yılında Kırıkkale’nin kenar bir mahallesinde öğretmenliğe başladım. Kara tahta yerine sınıflarda kalemle yazılan beyaz tahta gördüğümüzde sevinerek, tebeşirin tozundan kurtulduğumuzu düşünüyorduk. Kendimize göre de haklıydık. O zaman giyindiğimiz takım elbiselerin toz içinde kalması, tebeşir tozu solumamız artık aşılması gereken meseleler olarak görüyorduk. Ankara’ya geldiğimde bu sefer Ankara’nın kenar mahallelerinden birinde başladım öğretmenliğe. Kimi sınıflarda kalemle yazılan beyaz tahtalar, kiminde kara tahtalar. Ama bir ayrıntı yakalamıştım. Tepegöz adı verilen bir alet dikkatimi çekmişti bir depoda. Ne işe yarar, nasıl kullanılır diye araştırırken el yordamıyla kimi sonuçlar elde etmeye başladım. Asetat lazımdı ama asetat almak bana pahalı geliyordu. Üstelik her yerde de bulmak mümkün değildi. Birkaç kez kullanmayı denedim ama o sınıftan o sınıfa taşımak, merdivenlerden çıkarmak zor gelince vaz geçtim. Zaten kimse de kullanımı konusunda herhangi bir talepte bulunmuyordu. İdarecilerin de tepegözün varlığından haberleri yoktu.
Birkaç yıl sonra yüksek lisans derslerinde hocalarımın daha küçük boyutlu tepegözlerle derslere geldiklerini, bir süre sonra da üniversitedeki her sınıfta tepegözün standart olarak bulunduğunu gördüm. En önemli süreç, kullanmak ile ilgiliydi. Hocalarımız bir görselin nasıl kullanılması gerektiğini bize verdikleri ödevleri tepegöz kullandırarak anlattırarak yeni bir aşama kaydetmemizi sağladılar.
Ardından bilgisayarlar girdi hayatımıza, ofis programlarının çeşitli eklentileri. Yönetici olarak bir lisede göreve başlayınca bilgisayarların projeksiyonlarla eğitimde nasıl kullanabileceğini keşfetmeye çalıştım. Buradan baktığımızda, bu konuda keşfetmek kavramı komik gelebilir ama o zaman gerçekten keşfetmek gerekiyordu. Katıldığımız toplantılarda kullanılan araç gereçlere bakıp, kullananlar ile iletişim kuruyordum. Sonra velileri ikna ederek okula bilgisayarlar ve projeksiyon cihazları almaya başladık. Hazırladığımız dosyaları, görselleri, notları öğrencilerimizle paylaşmaya başladık.
Ardından internet devreye girdi, fatih projesi ile bütün sınıflar internet ve ekranlara kavuştu. Bu eğitimde dijitalleşmenin yaygınlaşması için çok büyük bir adım oldu. Bir kısım öğretmen ve öğrenciye hayallerimizin ötesinde tabletler dağıtıldı. Ben de bunları ilk kullananlardan biri oldum. Ve tabi ki devlet devreye girince dijital eğitim içerikleri sisteme dahil oldu. Şimdi web 2 araçlarından bahsediyoruz, web 3 araçlarından bahsediyoruz. Her birimizin ceplerinde internet ve telefonlar. Ülkemiz eba platformu diye bir platform üretti ve o ortamda her gün binlerce saat ders yapılıyor. Bunlar bana müthiş gelişmeler gibi geliyor. Ama eğitimin niteliğine bir yansımaları var mı bunların da ölçülmesi gerekiyor.
Bugün ise uzaktan eğitimler yapabiliyoruz. Hayal ettiğimizin ötesinde ama arzu ettiğimiz bir şey mi sorusunu gündemde tutmamız gerekir. Evet, eğitimde dijitalleşme artıyor ama uzaktan eğitim kimi sorunlar yaratıyor, kimi sorunlarla da karşılaşıyor.
Öğretmen ve öğrencilerin okulda olmamaları, sosyalleşmemeleri, iletişim kuramamaları en büyük sorunlardan biri olarak ortaya çıkarken, bir diğer sorun da sürece uyum sağlayamayan öğretmenlerin varlığı. Öğrenciler sürece daha rahat uyum sağlarken öğretmenlerin dijitalleşmede sıkıntı yaşamaları göz ardı edilmemesi gereken, bir an önce çözüm üretilmesi gereken sorun alanlardan biridir.
Öğretmenlik sürecimin yarı zamanında kendimi içinde bulduğum bu dijitalleşme sürecinin nereye varacağına akıl erdiremiyorum. Ama geçtiğimiz hafta Ankara Milli Eğitim Müdürlüğünün Ulusal Ajans ile yaptığı bir toplantıya 860 eğitimci aynı anda kendi evlerinden katılınca da bu sürecin ne kadar etkili kullanılabileceğini görmüş oldum.
Sözün özü; çağın getirdiklerini en nitelikli şekilde kullanmak zorundayız. Öğretmenlerimizin dijital yeterliklerini geliştirmek durumundayız. Koca okul binalarımızın boş kalma olasılığını düşünmek bile istemiyorum. Ama gerçek şu ki artık bazı dersler için okula gitmenin gereği kalmayacak.