İnsan kalbi bazen yaradan sızan şifayı fark edemeyecek kadar aciz bir görünüşe bürünür. Kör bir kuyunun içinde debelenmekten yorgun düşen hastalıklı kalbi, Yaradan’ın hikmetine tevekkül etme gayretinde tembelleşir. Düşünemez, daha ileri gitmek için bazen geri çekilmek gerektiğini; bilemez, şer sandığı şeylerin içine gizlenmiş hayrı…
Sonra tasasını ferahlatan bir sözde bulur kendini: “Devâmu’l- Hâl Mine’l- Muhâl”!
Yani: “İyi ya da kötü hiçbir hâl, olduğu şekliyle sabit kalmaz, ebediyen sürmez.” demektir. Üstelik bu sözün, bir sabun üzerine de yazılmış olduğu düşünüldüğünde, kullanılan sabunun üzerindeki yazıların zamanla çıkması gibi hiçbir durumun da olduğu şekliyle devam etmeyeceği aşikardır.
Ancak insan bazen İki büklüm olmuş dertlerin belini doğrultmak için, kaçınılmaz bir değişime direnir; ruha ve bedene eziyet etmek gerçeğiyle yüzleşemez. Çünkü geçmez sanılan dertlerde, her şey vaktini ve saatini beklerken, insan ruhunu daraltan tek şey, ihmal edildiği yanılgısıdır. O’nun himayesine sığınmak demek, vesveselere karşı çelik zırh kuşanmak demektir.
Her şey olacağına varıyor. Hiçbir yol düz de ilerlemiyor. Değiştirmeye gücümüzün yetmediği şeyler için beyhude çırpınmak yerine, O’na sığınmak gerek. Ölümlü bir dünyada, insanın ölümsüz olmadığını idrak etmesi gerek!
Ne diyor üstat Necip Fazıl Kısakürek: “Her ağızda, her telde, fânilik dırıltısı. Sonunda tek bir şarkı, tabutun gıcırtısı.”