“Hadi kalk geç kalacağız.” Bu ses abisinin sesiydi. Saat sabahın üçüydü ve onlar için gün şimdiden başlıyordu. Çocuk hiç anlamazdı neden bu kadar erken kalktıklarını. Ne zaman sorsa abisine, geç kalırız cevabını alırdı her seferinde. Kalkıp hazırlanmaya başladı. “Kalın giyin dışarısı soğuk.” Abisinin her sabah yaptığı tembihti bu. Sanki çok kıyafeti vardı da, kalın giyinmesi kaldı. Yola koyulduklarında, yediği ayazla kendine gelip, uykusunun açılmasına alışmıştı çocuk. Bir de karanlıktan korkmasa ne güzel olacaktı. Dönüşte bir de sabah ezanı okunması yok mu, iyice korkuyordu. Abisi olmasa hayatta yürüyemezdi bu yolu tek başına. Zaten başka da kimsesi yoktu ki abisinden başka. Soğuk içine işliyordu ama alışmıştı. Az kalmıştı zaten, hem belki abisi ona dünden kalma simit alırdı. Bayat olur ama lezzetine doyamazdı çocuk. Sonunda gelmişlerdi. Daha hava aydınlanmadan burasının neden bu kadar kalabalık olduğunu hiç anlamazdı çocuk. “Yanımdan ayrılma, elimi de bırakma.” Abisinden, rutin bir tembih daha. Ama buraya geldiklerinde çocuğun gözü, dükkanların önüne geri geri park eden kamyonlardan başka bir şey görmezdi. Bir de yan yana sıralanmış dükkanların numaraları ilgisini çekerdi. Üstlerinde sebze, meyve resimleri olurdu. Çok çirkin, kocaman göbekli insanlar vardı burada. Herkes bir oraya, bir buraya koştururdu. Sandıklar, çuvallar bir kamyondan öbürüne taşınırdı. Her sabah olduğu gibi, bütün dükkanları tek tek gezdiler. Abisinin, en ucuzu ve güzelini aramak için gezdiğini artık öğrenmişti. Buraya neden ‘sebze meyve hali’ dediklerini bilmiyordu. Sebze ve meyve tamamdı ama ‘hal’ ne demekti, bunu abisi de bilecek kadar büyük değildi. Geç kalacaklardı, “Sen burada bekle, sakın bir yere kıpırdamada.” Abisinin bu sözü, artık dönüş yoluna geçeceklerinin habercisiydi. Çünkü abisi çok sürmeden sırtında limon sandığıyla dönerdi. Dönüş yolunda abisinin alnından boncuk boncuk ter aktığını görse de elinden bir şey gelmezdi çocuğun. Bazen kamyonlar denk gelirdi de, yol ağzına kadar atardı onları ama bu sefer şanssızdılar. Havanın yavaş yavaş aydınlamaya başladığı vakit yol ağzına geldiklerinde başlıyordu çocuğun görevi. Eve koşup büyük tepsiyi alıp, abisiyle pazarda buluşacaktı. Neyse ki hava aydınlık oluyordu yoksa tepsiyi bütün hal yolu boyunca taşımaya razıydı. Abisiyle pazarda buluştuğunda en sevdiği saat gelmişti. Çünkü pazarcı esnafları, sabahları kıymalı börek ve sıcak çayla kahvaltı yaparlardı ve birinden biri bu iki kardeşi kahvaltıya çağırırdı. Kıymalı börek gibisi yoktu çocuk için. Her tatlı anın acı sonu olduğu gibi sevmediği saatler de kahvaltıdan sonra başlardı. Gün daha yeni başlıyordu fakat çocuk sevmiyordu pazarı, utanıyordu insanlardan. Abisi nasıl utanmadan bağırıyordu hiç anlamıyordu. Hatta abisi bağırırken kendisi bile utanıyordu. Bir de kendi yaşlarında çocuklar gördüğü zaman hepten kıpkırmızı oluyordu suratı. Abisi limon satarken o da bazen abisine yardım ediyor bazen de yaşlı insanların poşetlerini taşıyarak harçlık alıyordu. Bazen de pazarda gezip insanları seyrediyordu. Bir tek akşam saatlerini seviyordu çünkü abisi ona akşam simidi alıyordu. Bir de akşam insanlar azalıyordu. Bazen bu saatlerde bitiyordu limonlar, bazen geç, bazen de kalıyordu bile. Ama şimdi simit yiyordu çocuk ve şuan önemi yoktu, ne zaman biterse bitsindi. Gün sonunda işler iyi olduysa, abisi ona para verirdi, o da bakkala giderdi. Ama gün biterdi işte. Yarın yine erken kalkacaklardı ve evin yolunu tutarlardı. Ne güzel ki; dönüş yolunda ikisi de mutlu olmayı başarırlardı.
Çocuktu o henüz… Ama bunu farkında bile değildi. Ne yaşamıştı ki çocuk olacak kadar? Bir tek abisi vardı yanında. Önünde de çok uzun yol vardı. Hemen büyümesi gerekiyordu onun. Çocuktu işte, farkında değildi sadece…
Çocuk|Öykü
Subscribe
Giriş Yap
Yorum yapmak için giriş yapmalısın
0 Yorum