Türkiye’miz anbean değişime gebe bir ülke.
Gerçekten de çok zengin bir gündemimiz var.
Ülkemizde, değişmeyen tek şey değişimdir mottosuna nazire edercesine her gün bir vaka ile uyanmamız an meselesi.
Acaba, bu iyi bir şey mi?
Şöyle son günlerde konuşulanlara ve kafa yorulan meselelere baktığımızda…
İşsizliği…
Cemaat ve tarikat gibi yapıların, hem sosyolojik yaşamımızı hem de politik hayatımızı sarıp sarmaladığını müşahede etmekteyiz.
Erken seçim olur mu?
Yeni parti kurma teşebbüsleri…
İdam cezasının gündeme gelmesi…
Her ne kadar Koronavirüs tüm dünyayı olumsuz etkilerken, ekonomilerin her zamanki görünümlerinde olmasını beklemiyoruz. Bu bağlamda, ekonomik durgunluk veya yavaşlamaya istinaden “işsizlik” ve “istihdamda daralma” can acıtıcı merhalede vuku bulmaya devam ediyor. İşsizlik ve istihdam, sadece, ekonomik boyutuyla ele alınamaz. İşsiz kitlelerin giderek artış göstermesi, artık işsizliğin katlanılamayacak boyutlarda tecrübe edilmesi, toplumsal huzura da çalışma barışına da tehdittir.
Bu bağlamda, önümüzde sanırım toparlanma açısından kademeli bir dönem var. Bugün, ekonomistlerin, ekonominin geleceğine yönelik öngörülerini okurken, gördüğüm ağırlıklı olarak toparlanmanın “V” biçiminde olacağıydı. O zaman soru şu: Bu ekonomik çizginin neresindeyiz? Dip dalgası yaşandı mı? Pik noktasına eriştik mi? Eğer, güzel günler bakımından ekonomik bir tırmanış yaşanıyorsa, işsizlik bağlamında “biraz daha beklemek” durumunda kalacağız.
***
Öte yandan bir başka husus ise, cemaat ve tarikatların neredeyse tüm içtimai yaşamımızı etki altına alması. Son olarak cemaat ve tarikatlar, “cinsel istismar” vakasından ötürü gündeme oturdular. Zaten şöyle geniş bir çerçeveden baktığımızda, cemaatler ne zaman gündem dışı oldular ki? Ya siyasette elde ettikleri konum ve devlet içinde “devlet” olma gibi bir hukuk devletinde kabul edilemeyecek hareketlerden ötürü ya da işte bu cinsel istismar suçlarından ötürü kamuoyumuzun ilgisine mazhar oldular.
Ben teolog değilim. Bu mevzularda çok fazla ahkâm kesmem olanaklı değil. Şöyle bakıyorum da, bazı cenahtan bu cemaat ve tarikatların korunması ve toplumdaki işlevleri üzerine neredeyse methiyeler okurken… Öte yandan bu tip yapılanmaların, laik demokratik hukuk devletimiz için büyük bir tehdit olduğunu okuyorum. Kanımca, bu tip yapıların, gelişmekte olan, halen feodal yapının kurum ve geleneklerini yaşamın merkezinden “olması gerektiği şekilde” peyderpey kaldıramamış toplumlarda belli bir etkinliğinin olduğunu ileri sürebiliriz.
Ama, öte yandan, Cumhuriyet Devrimimiz ve devrimimizin yerleştirdiği modern kurum ve kurallar bağlamında, cemaatlerin çağımızda artık bir misyonlarının olmadığını söyleyebilmeliyiz. Genel olarak söyleyecek olursak, cemaatler ve tarikatlar, daha çok toprak ağalığının ve feodal zihniyetin hüküm sürdüğü dönemlerde ve toplumlarda anlamlıdır ve etkilidir.
İnsanlık serüveni ve tarihin akışına paralel olarak, medeniyetleri, modernlik bağlamından kopararak geleneksele döndürmek, hem insan aklına hem de doğanın devinimine ters olduğu kadar ihanettir. Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923’te kurulurken, eskiyi ihya etme değil; Anadolu topraklarında yüzünü çağdaş dünyaya çevirmek kaydıyla laik bir yapılanmanın içindeydi. Biz Türklerin modernleşme serüveni, Osmanlı Devleti tecrübeleriyle beraber 250 yıllık bir süreçtir. Batı uygarlığının yaklaşık 500 yılda geçirdiği “modernleşme sürecini” Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak, 15 yıl gibi “inanılmaz bir sürede” deneyimledik. Cumhuriyet ilan edilirken, köklü reformlar yaşama adapte edilirken, geçmiş dönemin sınıfsal yapısını tasfiye edemedik, toprak reformunu yapamadık. Eğitimde büyük atılımlar yapılmasına rağmen, “dinciliğe” karşı laikliği, ırkçı milliyetçiliğe karşı “eşit vatandaşlığı” toplumumuza yerleştiremedik.
İşte bundan ötürü, toprak ağalarının ve cemaatlerin/tarikatların toplum üzerindeki gücünü ve nüfuzunu kaldıramadık/kıramadık. Son tahlilde, cemaatler ve tarikatlar, cumhuriyet ruhuyla örtüşmemektedir.
YAŞASIN, “LAİK”, DEMOKRATİK ATATÜRK CUMHURİYETİ.
***
Bu yazıda değinmek istediğim bir başka husus da…
Askerî darbeler.
12 Eylül 1980 Darbesinin üzerinden koskoca bir 40 yıl geçmiş.
Dile kolay, acısıyla, onarılamaz hatıralarıyla kocaman bir 40 yıl, ülkemizin üzerinden silindir gibi geçmiş gitmiş.
Belki, çokça kere tekrar ettim ama yine ifade edeyim:
ASKERÎ DARBELERE amasız ve gerekçesiz karşıyım!
Darbeler, demokratik sistemi askıya alırken, ülkenin gelişimini ve atılımlarını da bir süreliğine askıya almaktadır.
12 Eylül askerî darbesi, her şeyden önce, toplumsal gelişmemizin kesilmesine, toplumumuz üzerinde büyük travmalara yol açmıştır.
Kenan Evren liderliğinde “emir-komuta” içerisinde ifa edilen darbe, Milli Güvenlik Konseyi zemininde, ilk önce TBMM’ni lağvetmiş, siyasi partileri kapatmış ve döneminin ileri gelen politikacılarını da tutuklamıştır.
Her nedense… Bu darbeler hususunda, farklı dünya görüşüne veya ideolojiye sahip çevrelerden, kendi faydalarına olacak anlatılar dinleriz. Sol cenah kendilerinin mağdur edildiğini, sağ cenah ise yine bu darbenin kendilerine karşı tertip edildiğini, senelerdir bıkmadan usanmadan anlatırlar.
Halbuki… Yaşadıklarımız ve tecrübe ettiklerimiz çok farklıdır.
Ben o dönemi birebir yaşamadım. Darbe yapıldığında, henüz ilkokul çağlarında olduğumdan ve yaşımın gereği olarak memleket meseleleriyle ilgilenebilecek olgunlukta olmadığımdan…
Döneme ilişkin hatıratları okuduğumda, fark ettiğim, bu darbenin ATATÜRKÇÜLÜK adına ve Cumhuriyet Devrimlerini korumak adına yapılmış olduğu söylense de…
Bu darbeden en büyük sıkıntının sol ideolojinin çektiğini rahatlıkla ifade edebilirim. Sendikaların kapatılması, işçi hareketlerinin sınırlandırılması, grevlerin yasaklanması, öte yandan “yeşil kuşak projesi” çerçevesinde Siyasal İslam hareketlerinin ivme kazanması. Neyse, daha fazla uzatmak istemiyorum. Ezcümle, tüm darbe teşebbüslerine karşıyım; sivil taraftan gelebilecek olanlara da asker tarafından gelebilecek olanlara da.
YAŞASIN ATATÜRK DEVRİMLERİ…
YAŞASIN LAİK, DEMOKRATİK TÜRKİYE CUMHURİYETİ…