Yatağından doğruldu. Bir türlü uyuyamamıştı. Uyku ile uyanıklık arasında geçen zaman, ne kadar uzun gelmişti ona. Başucundaki saate baktı, saat üçtü. Evin sessizliğini, dışarıdaki gürültüler doldurdu birden. Doğruldu, kocasına baktı, öyle yayılmış, hiçbir şeyden habersiz nasılda uyuyor diye geçirdi içinden. Hava çok sıcaktı. Evin tüm pencereleri açık olmasına rağmen bir esinti bile yoktu içeride. Tüm bunları düşünürken dışarıdan gelen seslere daha da kulak kabarttı. Adamın biri öfkeyle bağırıyordu;
-Çık git evden …. Çok cılız bir kadın sesi, konuşup konuşmamak arasındaki sesle.
– ne olur…. diye yalvarıyordu.
Balkona doğru yöneldi. Yüreği öyle tarifsiz bir acıyla ağırlaşmıştı ki zor yürüdü balkona kadar.
Gecenin sessizliğinde alkollü bir adamın küfür dolu sözleri, kapıların çarpma sesleri ,korkmuş bir kadının cılız sesinin ağırlığı ….
Zavallı kadın dedi içinden;
-hadi çık o fanustan çık.
Nasıl çıkacak zavallı diye geçirdi içinden. Bağırışmalar sürüp giderken, hiçbir pencerenin kıpırdamadığını gördü. Sokak çaresiz bir kadının yakarışlarıyla doldu gene. Ne acı yüklüydü sesi. Kaçamamanın verdiği kederle yüklüydü ses. Kapının dışına mı atılmıştı, kadının ağlama sesi daha da yakından duyulur olmuştu sokakta. Balkondan hiçbir şey göremiyordu. Bir radyo piyesi gibi dinliyordu tüm olanları. Ne yapsam polisi mi arasam diye düşündü. Adamı bir güzel dövmeli diye geçirdi aklından. Salondaki telefonun yanına gitti. Fakat birden seslerin kesildiğini hissetti. Besbelli adam sızmıştı. Kadın birkaç saat rahat edecek diye düşündü. Yatak odasına yöneldi. Sonra vazgeçti tekrar balkona çıktı. Gecenin sabaha dönüşündeki o aydınlatıcı yüzüne rağmen içindeki huzursuzluk öyle ağırlaşmıştı ki. Sandalyeye oturdu gözlerini kapadı.
Bir adam sobalı bir ev, bir kadın.. Adam kadına bağırıyor. Saçlarından sürüklüyor kadının. Bir köşede bir çocuk korkuyla kulaklarını tıkamış bakıyor. Kadın seninle evlendiğim güne lanet olsun diye ağlarken, adam dinmeyen öfkeyle vurmaya devam ediyor. Daha dikkatle baktı onlara, kimdi bunlar nereden gelmişlerdi gözünün önüne. Kadın,…. Annem bu dedi, dikkatli bakınca ona. Adama baktı….. Babam… Kafasını çevirdi korkudan dili tutulmuş olan çocuğa baktı birden.
Benim o… dedi benim…… Hıçkırıklara boğulurken…
Kitabın kapağını kapattı başka bir sırça fanusun içine daldı kadın.
Büyüyemeyeceğimin farkında olarak küçük kalmayı reddettim. Eğer birinden hiçbir şey beklemezsen hayal kırıklığına uğramazsın ama o çok şey bekledi.1932 de Alman bir baba Amerikalı bir annenin çocuğu olarak Baston’da doğan Sylvia Plath. Babasından nefret etti. 8 yaşında onu kaybetti ve ilk şiirini de o zaman yazdı. 18 yaşında burs kazandı. Aralıklarla hastanede geçen ömründe, hep ruhsal dünyasın da çözemediği bir şeyler vardı. Çok zekiydi, bursla girdiği Cambrige üniversitesi bunu göstergesiydi. Annesinin hırsı mıydı onun ruh sağlığını etkileyen bilinmez ama hep farklıydı o. İngiliz şair ve yazar Ted Hughes’le evliliği bile belki annesine inattı. Erkeklerle olan ilişkileri de babasına duyduğu nefretin etkisi altındaydı hep. İki çocuk yaptı Ted’in ihanetlerine uzun bir süre katlandı, fakat terk edecek gücü bulamadı. Terk edişi ölümdü onun. Yazdığı son şiirinde bile ölüm vardı. Yalnızlığa mahkum, hiçsizlik duygusuyla, pamuk ipliğine bağlı olan hayata, inancını yitirdi. Ama son vermeden hayatını, kadınlara olan son görevini yaptı Sırça Fanus ’la.
1963 de ikinci katta bulunan çocukları uyurken onlara kurabiyelerini ve sütlerini hazırladı. Odalarının penceresini açtı, kapıyı kapadı. Fırının gazını açarak kafasını fırının içine soktu. Pamuk ipliğindeki yaşamının bağlarını artık bir daha hiç bağlanmayacak biçimde kopardı. Kısacık bir ömre, babaya nefretini, annesinin hırsını, kendini aldatan kocasını, şiirlerini mektuplarını ve çok sevdiği çocuklarını bıraktı. İstenmeme, anlaşılmama, düş kırıklığının hikayesiydi onun yaşamı.
Sylvia, 1956’da Dostoyevski’nin yapıtlarını araştırmış, edebiyat dünyasının dikkatini çekmiş, umut veren bir yazardı oysa. Ama sürekli bir yarışma hırsı vardı, annesinden kalan mirastı bu. Sürekli arafta geçen bir yaşamdı onunki, sürekli eksikliğini hissettiği bir şey vardı hayatında. Babasına olan nefreti, hayatına yön veren annesi, kocasında bulamadığı anlayıştan mı nedir bilinmez sürekli arafta yaşadı.
Sylvia Plath’ın kendi yaşamından yola çıkarak kaleme aldığı ve ilk kez 1963 yılında, ölümünden birkaç ay önce, başka bir isim altında yayımlatmayı başarabildiği Sırça Fanus, ilk Amerikan feminist romanı kabul edildi.
Bir insan topluluğuyla konuşmaktan nefret ederim. Bir toplulukla konuşurken her zaman içlerinden bir tanesini seçip sözlerimi ona yöneltirim. Ve konuştuğum sürece, ötekilerinde, gizliden gizliden bana bakıp hakları olmadan dinledikleri duygusuna kapılırım. Nefret ettiğim bir şey daha varsa oda insanların kendinizi berbat hissettiğinizi bildikleri halde neşeyle hatırınızı sorup “iyiyim” demenizi beklemeleridir. Oysa o hiç bir zaman iyi hissetmedi kendini.
Kadının yaşadığı dünyayı cam bir fanusa benzeterek bütün meseleyi özetledi Plath. Kadınları anlamayan erkeklerin yaratığı travmalar vardı hikayesinde, onun hayatında da babasının ve kocasının yaptığı. Hapsolmuş bir yaşam, gelgitler, başarıya ulaşmak uğruna göze aldıkları, alabildikleri çevresiyle olan uçurumları vardı Sırça Fanus ’ta. Aslında tüm kadınlar vardı. Herkesin itiraf edemediği anlaşılamamaktan kaynaklı yalnızlığı vardı. Kadınların bir o kadar görünür bir o kadar görünmeyen yaşamları vardı fanusta. Ama onun ki, bugün birçok şiddet mağduru kadın gibi erken kırıldı.
“Sadece içimde susmak istemeyen bir ses olduğu için yazıyorum” diyerek yazdı kitabını. Susturamadığı sesinin sonucu ortaya çıkardığı kitaptı bu. 1960’ların insanı Esther’in (kendisini aslında) üzerinden günümüz kadınlarının, belki de erkeklerinin ortak sıkıntılarını anlattı hikayesinde.
Kimlik arayışı peşinde ürkütücü bir yola giren duyarlı ve hevesli bir genç kadının üniversite yılları, erkeklerle ilişkileri, yaşadığı çöküş, intihar girişimleri ve gördüğü psikolojik tedaviler mizahi bakış açısını (onda olmayan tek şey)unutmadan içtenlikle işlediği bu hikayede kendi vardı aslında.
Bir çok kadının farklı, bir o kadar acı dolu, anlaşılmayan ve acılarla dolu hikayesi vardı cam fanusunda. Benim hikayemdeki kadının fanusu gibi.