“Ördüğüm kaçıncı kaşkol, bunu da kaybetmeyin sakın!”
Arka odada dev kırmızı bir yumak saklı olmalıydı. Zira anneannemin ördüğü kaşkoller hep bu renkteydi.
“Ben hiç kaşkol kaybetmiyorum, ne kadar usluyum değil mi?”, diye atılırdı şevkle tam da o anda beresinin altından taşan sapsarı bukleleriyle pek şirin görünen kız kardeşim. Diğer taraftan iki kolunu iki yanından sallandırır, ayak bileklerine kadar inen paltosunun içinde iyice dikleşir ve omuzlarını aşağı-yukarı oynatırdı.
Onun bu hâli gerilimi azaltıp, anneannemi hafiften yumuşatırken, ben de suçluluk-kızgınlık arası gidip gelen bir duyguyla dedeme yanaşır, eline yapışırdım. Böylece takımlar belli olur, kapıdan çıkardık. Bir gün Çamlıca’da gazoz içer, diğer gün Kanlıca’da yoğurt yerdik. Kış böyle geçti, bahar böyle geldi.
Bu gün hâlâ yabancısıyımdır o güzergâhın ve hiç bilmem Çamlıca nerede, Kanlıca nerede ya da soğuk, gri ve kar kokan puslu sabahlarda Beylerbeyi İskelesinden bindiğimiz o vapurlar bizi nerelere taşırdı.
Yine de gerçek şu ki; Kanlıca’da neredeyse zorla yediğim yoğurdun ekşimtırak tadına bir daha hiç bir yerde rastlamadım. Fakat bazen, kimi yaz günleri kapağı yeni açılmış gazoz şişesinden havaya vuran esinti, tuhaf bir tezatlıkla Çamlıca’nın o keskin kış soğuğunu taşır burnuma. Yanında tonlarca sevilesi anı.