Empatinin anlamı, yüzyıllar içinde çoğaldı. Bugün başkasının yerine kendini koymayı, kendinden başkasının hislerini ve yaşantılarını yargılamadan önce onu anlamaya çalışmayı ifade etmek için kullanılıyor. Tarih yazımından siyasete, hukuktan psikolojiye kadar pek çok alanda farkında olsak da olmasak da oldukça merkezi bir yerde konumlanan empatinin varlığı kadar yokluğu da tüm bu alanların hedeflediği sonuçları etkiliyor. Mağara duvarlarında bulunan resimleri incelemek için yeraltına inen, karanlıkta çamurla kaplanarak ilerleyen bir araştırmacı gördüklerini sadece şeklen değil, on binlerce yıl önce kendisi gibi o mağarada zorlukla ilerleyen öncüllerinin yerine kendini fiziken koyarak geliştirdiği empati ışığında yorumlarsa paha biçilmez bir sonuca ulaşacaktır. Çünkü sanat, toplumsal bağlamı dışında anlaşılamaz[1].
Bugün bu mağara resimlerinden on binlerce yıl sonra, resim çizebilen robotlar üretebiliyoruz. Adaletin sağlanabilmesi için etik değerleri benimsemiş bir hukuk düzenine de her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Robotlardan değil, gücün sınırlı merkezlerde her zamankinden daha çok yoğunlaşmasının sonuçlarından korkmamız gerektiği için. Bu aslında küreselleşmeyle başlayan bir çağın teknoloji ile taçlanmaya başlayan hâli. Bu nedenle özellikle 2019’da pek çok uluslararası kuruluş tarafından büyük veri/yapay zekâ çağı için etik ilkeler yayımlandı. Bu metinlerin ortak değerleri şeffaflık, hukukun üstünlüğüne ve temel haklara saygı, açıklanabilirlik/hesap verebilirlik/güvenlik ve mahremiyete saygı olarak kabul edildi. Hukuk ve etik arasındaki ilişki, yazılım ve donanım arasındakine benzetilebilir: Biri diğerini tamamlar. Yazılımı olmayan bir donanım nasıl basit bir eşyadan farksız ise, donanıma (bağlayıcı hukuk kurallarına) sahip olmayan yazılım (etik) maddi dünyadan bize her zaman uzanamıyor. Empati her ne kadar şeffaflık, temel haklara saygı gibi bir etik değer olarak açıkça kabul edilmemişse de, aslında etik dendiğinde akla gelebilecek doğal bir refleks.
Büyük veri ve yapay zekâ çağını genelde buhar makinesinin keşfiyle kıyaslıyorsak da Amerika Kıtası’nın “keşfi” ve Ümit Burnu’nun aşılması da bu açıdan farklı kıyas kriterleri olabilir. Tarihin yazımında[2] dahi Amerika’nın “keşfi” tabirinde somutlaşan bir empati yoksunluğu var. Amerika’da 1493’ten önce de yaşayan uygarlıklar bulunuyordu. Bu gelişmeler, elbette denizcilikte ilerlemeyi sağlayan teknolojik gelişmelerin sonucu, yenilerinin de ateşleyicisiydi. Bu keşifler insanlığın yeni ticari, ekonomik ve siyasi yapılanmalar yaratmasını sağladı. Ancak tüm dünya toplumları için eşit fırsatlar yaratmadı[3]. Avrupalılar tarafından söz konusu bölgeye ayak basılmasıyla aslında bir keşiften çok sömürünün başlangıcından bahsedilebilir. Bu tek taraflı tarih anlayışı empatiden yoksundur, ayrıca yarının çocuklarını eğitmek için yetersiz ve tehlikeli bir yaklaşımdır. Tıpkı Amin Maalouf’un dediği gibi Hristiyanlığı hoşgörü ve demokrasi dini, Müslümanlığı ise despotluğa adanmış bir din olarak değerlendirmenin dünyayı karanlığa sürükleyecek bir bakış açısı olması gibi[4].
Empati, tasarım açısından da oldukça yaşamsal bir değere sahip. Örneğin otomobil tasarımında kemerlerin ve araç güvenliği testlerinin sadece erkek sürücüler dikkate alınarak test edilmesinin ölümcül sonuçlarının farkına varılmasının ardından bu testler, kadınları ve çocukları da kapsayacak şekilde genişletildi. Fiziksel mekânların herkese göre (engelliler, yaşlılar, çocuklar dahil) tasarlanmasıyla daha yaşanabilir bir kent yaratılabileceği gibi, hukuk sisteminin ve hizmetinin dahi tasarımında empatiye yer verilirse toplumda etkili bir adalet mekanizmasının sonuçları daha ulaşılabilir hâle gelebilir.
Yapay zekâ sistemlerinin giderek yaygınlaşacağı gelecekte, özellikle 5G ve sonrasında 6G iletişim teknolojilerinin kullanılmaya başlaması ile akıllı telefonlarımız yerine kullanacağımız artırılmış gerçeklik, sanal gerçeklik ve hatta karma gerçeklik uygulamalarında empatinin varlığı ya da yokluğu, bu teknolojilerin bizi götüreceği rotayı belirleyebilir. Avrupa Birliği’nin Yüksek Etik Komitesi tarafından hazırlanan ve Nisan 2019’da yayınlanan Güvenilir Yapay Zekâ için Etik Rehber’de yer alan Güvenilir YZ Pilot Değerlendirme listesinin sosyal etki başlığı altında yapay zekânın insanlarla doğrudan etkileşime girdiği durumlar için “Yapay zekâ sisteminin insanların sistemiyle bağ kurduğunu ve empati oluşturmaya teşvik ettiğini değerlendirdiniz mi?” sorusunun sorulma nedeni de bu[5].
Stanford Üniversitesi tarafından hazırlanan “2030’da Yapay Zekâ ve Hayat” başlıklı raporda belirtildiği üzere, otomatik dil tanıma teknolojisindeki ilerlemelerle birlikte sanal gerçeklik tabanlı eğlence sistemleri de diyalog tabanlı olacak, belki de (ses bazında) giderek daha fazla insana benzer hâle gelecek. Raporda bunun, interaktif sistemlerin duygu ve empati gibi yeni özellikler de kazanmasıyla sonuçlanacağı belirtiliyor[6]. Belki de robotların insana benzer özellikler kazanmasından korkmaktan ziyade empati yeteneğiyle donatılmaları için çalışmak daha faydalı. Ya da insan türü olarak işlerimizden ya da mesleki bilgi ve becerilerimizden önce empati yeteneğimizi robotlara kaptırmanın daha riskli olduğunu söyleyebiliriz. Geleceğin mesleklerine olduğu kadar empatiye ve etik değerlerimize de yatırım yapmalıyız. Bu nedenle anaokulu çağındaki çocuklara kodlama öğretirken, hatta bundan da önce, etik davranmayı öğretmek daha faydalı olabilir.
Empati yeteneğimiz insan türü olarak tehlikede mi? Ben ne yazık ki öyle olduğunu düşünüyorum. Neden derseniz:
- Yankı odaları
- Kişiselleştirilmiş ürün önerileri. Bunu biraz daha açmak gerekirse:
- Sosyal medya hesaplarımızda kendi görüşlerimize yakın insanlarla arkadaş olmayı seçiyoruz. Hakaret içermeyen içeriklerde dahi bizimle aynı görüşte olmayan kişilerin iletilerini görmek bizi giderek daha fazla rahatsız ediyor. Kereviz sevmeyebiliriz, ama sadece makarnayla beslenirsek sağlığımızdan olacağımız kesin. Menüye biraz sebze eklemenin zararı değil, faydası olabilir.
- Önceden satın aldığımız içeriklere benzer nitelikteki ürünlerin önerileriyle boğuluyoruz. Daha önceleri tesadüfen bir filmi izlemeye başlayabilir, sıkıldığımızda dahi bazen sırf meraktan sonuna kadar katlanabilirdik. Sonuna kadar izlemesek bile kendi zevkimizden hayli farklı bir içeriğe denk gelirdik. Şimdi ise kitap, müzik, film, dizi, kıyafet ve her türlü metadan hangisini seçmemiz gerektiği bize bizi bizden iyi bildiği söylenen (belki de doğrudur) algoritma hazretlerince öneriliyor.
Beynimiz tek yanlı besleniyor. Çevremizde sadece biz ve bize benzeyenler var. Bu nedenle empati yeteneğimiz azalıyor olabilir mi? Bu elbette bir hukukçudan ziyade felsefe, psikoloji, sosyoloji ve hatta nöroloji açısından değerlendirilmesi gereken bir soru olsa da, bu yönde bir gerilemeden tüm insanlık olarak mustarip olduğumuzu hissediyorum.
5. İstanbul Tasarım Bienali’nin teması, Empatiye Dönüş: birden fazlası için tasarım olarak açıklandı. Bienal sergisinin içeriği henüz açıklanmadıysa da seçilen bu ana konu ekseninde küratör metninde sorulan şu soru herhalde sanat ile yeni teknolojilerin kesiştiği böylesi bir dönem için oldukça anlamlı: “Sanal ve gerçek dünyanın iç içe geçtiği platformlarda empati nasıl oluşuyor?” 2018’de gerçekleştirilen 4. İstanbul Tasarım Bienali eğitim ve okulların günümüzdeki açmazlarını irdelemiş, felsefi yönden doyurucu ve insanı sorgulamaya teşvik eden yazılarla dolu bir kitapla taçlanmıştı. Her iki bienali de arka arkaya okumak ve izlemek büyük veri çağının yeni iletişim biçimleri üzerine düşünenler için bulunmaz bir fırsat.
Yazı: Başak Ozan Özparlak
[1] Lewis-Williams, James David. Mağaradaki Zihin, YKY, İstanbul 1. Baskı, 2019 (Çev: Esmer, Tolga), 44. [2] Tekeli, İlhan. Tarih Yazımı Üzerine Düşünmek, Dost Kitabevi, Birinci Baskı, Ankara, 1998, 86–92. [3] Acemoğlu, Daron, & Robison, James A. Ulusların Düşüşü, Doğan Kitap, Birinci Baskı, İstanbul, 2013, 25. [4] Maalouf, Amin. Ölümcül Kimlikler (Çev. Bora, Aysel), YKY, Birinci Baskı, 2000, İstanbul, 49. [5] Independent High-Level Expert Group on Artificial Intelligence Set Up by the EU Commission. Ethics Guidelines for Trustworthy AI, 30–31. [6] Stanford University, Artificial Intelligence and Life, 41.