Ouspensky’nin “İvan Osokin’in Tuhaf Yaşamı” adlı romanı, baş kahraman İvan Osokin’in 1902 yılı Nisan ayında bir sabah Moskova Kursk İstasyonunda sevgilisi Zinaida ile vedalaşma sahnesi ile başlar. Zinaida, Osokin’e kendisini yeterince sevmediği ve onunla Kırım’a gelmediği için sitem etmektedir. Osokin ise o an için elinden bir şey gelmediğini, daha sonra yanına geleceğini söyler. Zinaida ikna olmamıştır, vedalaşırlar ve Zinaida trene biner.
Osokin, Zinaida’ya pek çok mektup yazmış olmasına rağmen genç kızdan yalnızca üç mektup gelmiştir. Üçüncü mektuptan sonra adamın harekete geçemeyeceğini, adım atamayacağını anlayan genç kız ümidini kesmiştir. Bir süre sonra Osokin, Zinaida’nın başka biriyle evleneceğinin haberini alır. Çok üzülür ve telaşlanır. Daha önceden tanıdığı bir Büyücü vardır, ona gider.
Büyücü ona doğrudan “Sevgili dostum, bunu önceden biliyordun” der. Osokin şaşırır. Büyücü’den kendisini zamanda geri gönderip gönderemeyeceğini sorar. Büyücü bunun mümkün olduğunu ama hiçbir işe yaramayacağını söyler. Osokin itiraz eder. Eğer geçmiş yaşamını hatırlıyor olarak başa dönebilirse, bu sefer her şeyi bambaşka türlü yaşayacağını söyler. Büyücü ondan neler olup bittiğini anlatmasını ister. Osokin anlatmaya başlar.
Okuduğu yatılı okuldan disiplinsizliği ve tembelliği yüzünden atılmıştır. Annesi üzüntüden hasta olmuş ve ölmüştür. Girdiği askeri okuldan da atılmıştır. Bir akrabasından hayatını yeniden düzene sokacak kadar miras kalmış fakat onu da kumarda kaybetmiştir. Kendisini himayesine alan amcası ile arasını bozmuş ve onun yanından ayrılmak zorunda kalmıştır. En sonunda Zinaida’ya âşık olmuş, onu da kaybetmiştir.
Büyücü, tüm bunları hatırlayabileceği şekilde onu geçmişe gönderebileceğini söyler. Ertesi sabah uyandığında Osokin, aklı başında, hafızası yerinde olarak ortaokul yılların dönmüş olarak bulur kendini.
Osokin, “bu sefer yapmayacağım” ya da “o şekilde yapmayacağım” dediği ne varsa, yanlış olduğunu bile bile, göre göre, kendini alıkoyamayarak geçmişini aynen tekrar etmeye başlar. Her olayın sonunda da pişman olmakta, hayıflanmaktadır. Bir süre sonra kendisini Büyücü’nün zamanda geri göndermiş olduğunu, hayatının akışını adım adım bilmekte olduğunu ve bazı şeyleri değiştirmesi gerektiğini daha az hatırlamaya, daha az düşünmeye başlar. Hatırladıkça acı çekiyordur çünkü. Derken hiç hatırlamadan yaşamaya başlar. Sanki tekrar değil de ilk kez yaşıyordur.
Yine tren istasyonu sahnesini, Zinaida’dan ayrılığı, mektupların arkasının kesilmesini ve Büyücü’ye gidişini yaşar. Büyücü ona yine “Sevgili dostum, bunu önceden biliyordun” der.
Osokin bir döngünün içinde olduğunu bu sefer anlar. Daha önce defalarca Büyücü’ye gelmiş, yaşadıklarını hatırlamak koşuluyla kendisini geçmişe göndermesini istemiş, başa döndüğünde de bir süre sonra hatırlamanın zor ve acı verici (çünkü hiçbir şeyi değiştirememektedir) olduğunu görerek, unutmayı tercih etmiştir.
Bu sefer bir çıkış yolu olup olmadığını, ne yapması gerektiğini sorar Büyücü’ye. Büyücü cevap verir: “Sevgili dostum, başından beri senden duyduğum ilk akıllı laflar bunlar. Bana ne yapman gerektiğini soruyorsun. Beni dikkatle dinle. Sana söyleyeceklerim çok az insana ve hayatlarında bir kez söylenir. Tekrarı yoktur. Eğer kişi anlamayı başaramazsa hata kendisinindir. Buraya geliyorsun, şikâyet ediyorsun ve bir mucize diliyorsun. Ve eğer gücüm dahilinde ise isteğini yerine getiriyorum çünkü sana yardım edebilmeyi gerçekten istiyorum. Ama hiçbir işe yaramıyor. Ben sadece senin dileklerini yerine getirebilirim, sana kendi inisiyatifimde bir şey sunamam. Kural böyle. İlk defa bu sefer bana “ben ne yapabilirim” diye sordun. Sormasaydın bunları söyleyemezdim. Şimdi yine zamanda geri dönersen, her şey daha önceki gibi, hatta belki daha da kötü olacak. Benimle karşılaşamayabilirsin örneğin. Hiç kimsenin sonsuz hakkı yoktur, şansın sınırlı. Son şansını ne zaman kullandığını hiçbir zaman bilemezsin. Öte yandan yaşamaya kaldığın yerden devam edersen belki bazı şeyler değişebilir. Eğer geçmişe şu an olduğu kadar kör bir halde dönersen yine aynı şeyleri yaşayacaksın. Çarktan kaçamayacaksın”.
Osokin, bir kez daha geçmişte geri dönmeye değil, yaşamaya devam etmeye karar verir. Zaten kullanamamakta olduğu özgür iradesini bir süreliğine Büyücü’ye teslim etmeyi kabul eder.
Roman biter…
Ouspensky’nin benimsediği öğretiyi ve diğer kitaplarını bilmeyenler için roman sanki sonuçsuz bir şekilde pat diye bitmiş gibi değerlendirilebilir. Öyle görünmektedir. Bu kısacık romanın ne anlattığını anlayabilmek için yazarın benimsemiş olduğu Dördüncü Yol öğretisini, kendi Büyücüsü olarak gördüğü Gurdjieff’i biraz bilmek gerekiyor. Roman baştan sona “özgür irade var mı, yok mu” sorusunu vurgulamaktadır. Yazarın benimsediği öğretiye göre bu soruya evet ya da hayır diye kestirme bir cevap verilemez. “İnsan” için özgür irade vardır ama bizim insan olarak gördüklerimiz aslında insan olmayı başaramamış makine-insan’dırlar. Makine-insanlar Osokin gibi, yapmak istediklerini değil içinde bulundukları döngüyü yaşarlar. Ancak insan olabilenler için özgür irade söz konusudur.
Makine-insanlar “kaza kanununa” tâbi olarak yaşarlar. Kaza, yargı çevresi demektir; yani yargının hükmünün geçerli olduğu kapsama alanı anlamındadır. Kaza kanununa tâbi olmak, musibetin isabet edebileceği konumda yaşamaktır. Makina-insan özgür irade sahibi olmadığı için musibetin kendisine isabet etmesini engellemeyi, reddetmeyi irade edemez. Kaza kanununa tâbi olmak budur; bilinçsizce savrulurcasına, kendi tercihi olmayan (farkında da olmadığı) bir akışta sürüklenmek.
İnsanlar ise bir üst katman diyebileceğimiz “kader kanununa” tâbi olarak yaşarlar. Bilinçsizce savrulmak ve çeşitli musibetlere maruz kalmak yerine, bilinçli tercihleri olan akışa tâbi olarak -deyim yerindeyse- akarlar. Bu katmanda diğer katmana göre bağımlılıklar azalmış, özgür irade kendini göstermeye başlamıştır.
Romanın sonunda Osokin, zaten kullanamamakta olduğu özgür iradesini bir süreliğine Büyücü’ye teslim etmeyi kabul etmişti. Bu, kaza kanundan (farkında olmadığı bir akışta sürüklenmekten) kurtulup, kader kanununa (bilinçli tercihi olan akışa) tâbi olmaya doğru attığı bir adımdır.
Bu arada romanın bir yerinde Büyücü, insanların çok güçlü zannettiği ama aslında tek gücü ikna yeteneği olan birinden bahseder. Onun tek işinin insanları, kendilerini makine-insan olarak tutacak, insanlığa terfi ettirmeyecek olan davranışları sergilemeye ikna etmek olduğunu; kendisinin tek işinin de onunla mücadele etmek olduğunu söyler.
Makine-insanlıktan insanlığa (kaza kanunu katmanından kader kanunu katmanına) terfi nasıl olacaktır? Bu sorunun cevabını bir benzetme ile vermeye çalışacak olursak;
Bizim kendi kendimize “ben” dediğimiz varlığı, bir “kumanda merkezi ve onun yöneticisi” gibi düşünelim. “Gerçek ben” kumandayı eline alabilirse bu varlık bir insan olmayı başarır ve özgür irade sahibi olur. Ancak çok istisnai durumlar dışında bu pek gerçekleşmez. Çünkü kumanda merkezini “gerçek ben” değil, çeşitli “kişiliklerimiz” (sahte ben’ler) yönetmektedir. Üstelik bu kişilikler her bir insan için birden fazla olup, birbirleriyle çelişik de olabilmekte ve kumanda merkezini ele geçirmek için sürekli birbirleriyle mücadele etmektedirler. Kumanda merkezini hangisi kaparsa yönetimi o ele geçirmekte, bir süre sonra ise bir diğeri yönetime el koymaktadır. Tüm bu mücadele olup biterken gerçek ben derinlerde, kuytularda bir yerlerde saklı kalmakta, yönetimi ele geçirememektedir. Bu nedenle makine-insan çoğu zaman gitmek istediği istikamette gidememekte, bir gün söz verdiği, taahhüt ettiği şeyi ertesi gün unutabilmekte, vazgeçebilmekte ya da hayata geçirmeyi başaramamaktadır. Buna rağmen makine-insanlar kendilerini “insan” sanmakta, bazıları ise özgür iradeye sahip olduklarını iddia edebilmektedir. Halbuki tek yapabildikleri şu veya bu kişiliklerinin savurduğu yönde savrulmaktır. Bir insan gerçek bir “insan” mı yoksa bir “makine-insan” mı olduğunu anlamak için aşağıdaki davranışları sergileyip sergilemediğini kendi kendisi üzerinde gözlemlemelidir. Eğer sergiliyorsa tipik bir makine-insan olduğu söylenebilir.
Mesela hava durumundan, güneşten, yağmurdan, soğuktan ve benzeri dış koşullardan şikâyet ederek mutsuzluğunu kendi dışındaki bu koşullara yüklüyor mu? Yüklüyor ise iradesinin kendinde değil de (mesela) hava durumunun elinde olduğunu kabul ediyordur. Kumanda merkezine “gerçek ben”ini değil, ona öğretilmiş olan “güneşli hava güzeldir, bulutlu hava mutsuz eder” diyen “sahte ben”ini oturtmuştur.
Kendi dışında gerçekleşen olay ve durumlara kendisinin sebep olduğunu düşünüyor -mesela- “ben öyle yaptığım/yapmadığım için bu böyle oldu/olmadı” diyor mu? Diyor ise kumanda merkezinde kendine gerçekte sahip olmadığı güçleri atfeden bir “sahte ben” oturuyordur, “gerçek ben” değil.
Başkalarının yerine kendini koyup, onu anladıktan sonra tekrar kendine dönerek ona yardımcı olmak yerine, oradan çıkamıyor (onun derdi ile dertlenip, onun acılarında boğuluyor) mu? Yani empati yapmak yerine sempati tuzağına düşüyor mu? Öyle ise kumanda merkezine kendi “gerçek ben”ini değil, karşısındaki sahte kişiliği oturtuyor demektir.
Aslında sadece olasılıklardan biri olan “olumsuz” olasılığı, tek alternatifmiş gibi dillendirmeyi (şom ağızlılık) mi tercih ediyor? Bu durumda da olumlu olasılıkları hayata geçirecek olan “gerçek ben”e fırsat vermiyor, kumandayı “sahte ben”lerden birine veriyor demektir.
Gerekmediği halde sürekli acılarını (makine-insanın en vazgeçemediği, en feragat edemediği, en değerli varlığı olan acı’yı) mı dillendiriyor? “Evet” ise tipik bir makine-insandır.
Makine-insanlıktan insanlığa terfi etmenin yolu, kendini gözlemlemek ve yukarıda birkaç örneği bulunan durumların kendinde var olduğunu tespit ederek bunları değiştirmeye çalışmaktır. Bu konuda daha detaylı bilgi Ouspensky’nin, Gurdjieff’in, Maurice Nicoll’ün kitaplarında yer almaktadır.
Özgür irade, insan olmayı başarabilmiş, bağımlılıklarını nispeten azaltabilmiş, kaza katmanından bir üst kader katmanına yükselebilmiş insanlar için vardır; alışkanlıkların, bağımlılıkların, suçla(n)maların, şikayetlerin, olumsuz söylemlerin hâkim olduğu makine-insanlarda değil… diyor yazar.