Peronlar ne kadar da serin ve tenha günün bu saatlerinde. Dışarıda esen rüzgarın sesi de hemen her gün olduğu gibi uğulduyor bu dar yerin duvarlarına çarparak. Sanki kocaman dudakları olan birinin aniden ıslık çalıvermesi gibi. İşiten insanları daldıkları düşünceler arasından irkiterek rahatsız ediyor öyle ki. Yine evlerine gitmek için yeni gelecek olan treni sarı şeridin bir iki adım gerisinde bekleyen birkaç insan da bu sesten rahatsız olmuş gibi irkiliyor ve etrafına bakınıyor sanki rüzgarı göreceklerini sanarak. Fakat boşa bir bakınma bu, rüzgar adeta onlarla alay edercesine tenlerine ve de saçlarında dokunup geçiyor kendini aranan bakışlara aldırış etmeden.
Sonbaharın getirisi olan kapalı havalar ve daha çok güneşin batmak üzere olduğundan sebep alacalı bir karanlığa yavaş yavaş boyanan gök, bu metro istasyonunun içini iyice karartmaya hazırlanıyor öte yandan. Fakat belli bir vakte ayarlanmış olan floresan lambalar aynı anda yanıp istasyon içerisindeki koyu havayı savuşturmakta gecikmiyor. İçlerinden birisi miadını dolduracaktır yakında, bir yanıp bir sönerek altında bekleyenlere selam veriyor kendince.
İstasyonun öteki ucuna daha yakın iki lambanın arasına asılmış, siyah renkli dijital ekranın üstünde önce bir sonraki trenin durağa gelmesine kaç dakika olduğu yazısı geçiyor, hemen sonra da saatin kaç olduğu yanıp sönüyor. Henüz yirmi dakika kadar var yeni bir trenin gelmesine. Bu saatlerde seyrekleşiyor seferler artık, bekleyen insanların soğuktan yüzleri kızarmış iyice. Kışın bu saatlerde pek kimse kalmaz şehrin sokaklarında zaten. Zira soğuk, bir kağıt kesiği gibi ince ince sızlatıverir insanların tenini. Ama biraz sonra soğuğa aldırış etmeden, insanların hastalanmamak için telaşlı adımlarla evlerine koşturduğu saatlerde müstakil bir evin kapısı açılacak ve yaşlıca bir kadın evden çıkacak omuzlarına özensizce sarındığı yün bir şalla.Ve evlerine koşar adım ulaşmaya çalışan bu insanların aksine, yüzünde kıştan da donuk bir ifadeyle istasyona yürüyecek usul usul. Sonra her sene kasım ayında olduğu gibi bu gri taşlı peronlarda, sarı şeridin üzerinde durup saatlerce dikilecek şeridin geçilmemesine dair verilen anonslara rağmen. Ne bir yere gidecek ne de geriye dönecek. Öylece izleyecek soğuktan büzüşmüş, beş sene evvel gencecik oğluna mezar olan rayları.
Yeni bir tren geliyor ekrandaki yanıp sönen vakitte, bekleyen insanlar gündüz saatlerinin aksine itiş kakış olmadan biniyorlar trene bir dakikayı doldurmayacak sürede. Tren, kapılarını otomatik bir anonsla kapatıp kalkacağı sıra istasyona inen merdivenlerin başında yaşlıca bir kadın beliriyor. Trabzanlara tutunarak, teker teker iniyor çiseleyen yağmurdan dolayı hafifçe ıslanan merdivenleri. Geçmiş senelerin aksine ellerinde ağır olduğu belli olan poşetler var bu kez. Poşetlerin bazısı üst üste bindiğinden sayısı belli olmuyor fakat ağır görünmlerinden belli ki kitap dolu içleri.
Kadının ağır adımları sonunda sarı şeridin üzerini buluyor ve omuzlarında bir kaç senedir var olan o görünmez yükün ağırlığını fark etmeden hafifçe kamburlaşıyor beli. Bu yükün bir kısmı belinden gözlerine doğru yol alıp seyrek kirpiklerini ıslatsa bile ağlayamıyor. Senelerdir biricik oğluna ağlamaktan yaş kalmıyor zira gözlerinde. İçindeki tüm o umut dolu güzel duygular gibi gözlerindeki yaş da kuruyup gidiyor zamanla.
Beş sene evveli bir ekim günü akşam haberlerini izlerken spikerin ağzından duyuyor oğlunun adını Sibel Hanım, sonra ekranın sağ köşesinde fotoğrafını görüyor. Bir yandan da haberi sunmaya devam eden spiker, oğlunun tren raylarına atlayarak intihar ettiğini söylüyor. Kahroluyor, hayatında hiç tatmadığı bir acıyı tatmak bir günde beyazlatıveriyor sarı saçlarını. Evladının acısının kalbinde açtığı yangını senelerdir gözlerinden akan yaşlar dahi söndüremiyor.
İş buldum diyerek bir özel okula gitmek üzere evden çıkan oğlunun kara haberini aldığı günü bugün yine tekrar tekrar yaşarken istasyon tıpkı o gün olduğu gibi birden kalabalıklaşıveriyor Sibel Hanım’ın gözlerinde. Çok geçmeden kulaklarında kendi çığlıkları can buluyor. “Ben evladımı bunun için yetiştirmedim.” diyor kendi kendine yine, içindeki acı dayanılmaz geldiği her anda olduğu gibi için için isyan ediyor gencecik oğlunu ellerinden alan her şeye. Kim bilir oğlu gibi kaç tane genç ömrün bir bunalım anında öyle yitip gittiğini düşünüyor sonra, kaç tane annenin bu acıyla sınandığını. Çok geçmeden lanetler yağdırıyor gözlerindeki ışıltı neredeyse tüm karanlıkları aydınlatacak insanların umutlarını çalan şeylere ve de insanlara.
Ellerindeki poşetler kollarına ağır gelse bile inatla bırakmıyor ve sıkı sıkı tutmaya devam ediyor oğlunun öğretmen olmak için çalıştığı tüm kitapları, içindeki acıyı onlardan çıkartmak istiyor.
“Abla!” diye sesleniyor bir kaç adım ötesindeki güvenlik görevlisi neredeyse bir buçuk saattir burada bekleyen kadına ama duymuyor Sibel Hanım. Bu kez yanına geliyor genç güvenlik görevlisi ve bu acılı annenin soğuktan kızarmış yüzünde gezdiriyor kısık gözlerini.
“Abla, bir saatir dikiliyorsun burada. Bir beklediğin yoksa git evine, hasta olursun bu soğukta vallaha.”
Bu kez duyuyor Sibel Hanım, kulağının dibinden gelen bu yabancı sesin sahibine, onu daldığı düşüncelerden sıyıran genç güvenliğe bakıyor.
“Oğlumu bekliyorum.”
Ağlamaya mecali kalmayan solgun gözlerinden bir damla yaş süzülüyor ve yeniden konuşmak için çatlamış dudaklarını aralayan güvenliğin lafını ağzına tıkayıp geldiği merdivenleri tırmanıyor. İçinde binbir ağlamaklı duygu ve düşünceyle geldiği gibi telaşsız adımlarla, hızını arttıran yağmurun altında evinin kapısına vardığında etrafına bakınıyor. Kimse kalmamış sokaklarda bu vakitte, hava da kararmış zaten iyice, uzaklardaki bulutlardan şimşek de çakıyor ara ara. Oğlu da gelmez artık bu saatten sonra.
Önündeki üç basamağı iniyor birazdan, elleriyle yaptığı bahçesine giriyor. Çiçeklerin toprağı yağmurdan çamurlaşmış iyice, ayakkabısına ve pantolonunun paçalarına bulaşıyor. Ama Sibel Hanım’ın aklından dahi geçmiyor ne üstünün kirleneceği ne de bu soğukta hastalanacağı. Ellerindeki poşetleri yere bırakıp dizlerinin üzerine çöküyor yavaşça. Soğuktan çatlamış ellerini toprağa daldırıyor ve başlıyor kazmaya. Dizleri boyunca bir çukur kazıp poşetlerdeki kitapları boşaltıyor sonra ve kapatıyor evladının umutlarını heba ettiği kitapların ve daha bir çok şeyin üstünü.
“Öldü” diyor kapattığı çukurun üstüne bakıp, “Oğlumun umutları da öldü bu kitap sayfaları arasında. Kim bilir kaç kişinin daha… Bazı insanların umutları olur münferit, umutları katledilince bu yerlerde genç insanların bedenleri de ölür kimi vakit.”
Şiddetini arttıran yağmur yüzünü de ıslatıyor birazdan Sibel Hanım’ın sonra kalkıyor toprağın üzerinden giriyor yalnızlığına oğlu da ölünce bir türlü alışamadığı evine bir başına geçmiş günlerini düşünmek üzere.
*****
Keyifli günler dilerim, esenlikle kalın.