Çevirmen Samih Rifat’ın ön sözde kurduğu şu cümlenin neden ünlemle bittiğini okuduktan sonra çok iyi anladım: “Bu olağanüstü metni ilk kez okuyacakları kıskanıyorum!”.
Balzac, Gizli Başyapıt (Samih Rifat Can Yayınlarından basılan çevirisinde kitabın başlığını bu şekilde çevirmiş) adlı öyküsünde Frenhofer isimli kurmaca bir ressamdan bahseder.
Öykünün kurgusu ‘resim’ sanatı etrafında dönüyor olsa da, okurken ‘resim’ kelimesinin yerine hangi sanat koyulursa koyulsun, okumanın değerinde hiçbir eksilme olmuyor. Önemli olan bir eserin üretim süreci ve o üreticinin dahilik ile delilik, bilgi ile içgüdüleri, kusurları ile ulaşmak istediği kusursuzluk arasında gidip gelen sınırları.
Öyküyü okumanız için sizi teşvik edecek bilgiler vermek istiyorum fakat etkisini azaltmak istemediğim için biraz temkinli davranacağım. Bu eser Picasso, Cezanne hatta Karl Marx gibi bir çoklarını etkilemiş ve kendinden sonra gelen sanatçıların-üreticilerin sıklıkla başvurduğu bir kitap haline gelmiş. Bunun nedeni ressam Frenhofer yoluyla tarif edilen üretici zihnin ‘kusursuza ulaşma çabası’. Şimdi kitaptan birkaç alıntıyı ve düşünmeme sebep olduğu bazı soruları paylaşacağım.
“Büyük şair olmak için dilbilgisini iyi bilmek ve dil yanlışı yapmamak yetmez!”
Gözlemlerime ve deneyimlerime dayanarak (en azından ülkemiz okulları için) söyleyebilirim ki, sanat okullarında asıl amaç bireylere yaratıcı bir kimlik kazandırmak değil. Bu okullar sadece, (bilinen) geçmişten günümüze değin o dalda çizilen sınırları öğretmekle yükümlü. Böyle bir eğitimden kalın derilerle çıkmak çok mümkün. Tüm bu bilgilerle kuşanan ve kendinden önceki ustaları büyük bir başarıyla taklit eden bireye sanatçı mı demeliyiz zanaatkar mı?
“Sanatın görevi doğayı kopyalamak değil, dışa vurmaktır!”
Günlük, olağan hayatın akışından çıkarılan bir kesit, kopya olmak yerine, sanat eseri olmak için ne gibi özellikler barındırmalı? Sanatçının değerini asıl belirleyen şey, aktarım için belirlenen seçimlerdir. Defalarca gördüğümüz bir manzarayı, tekrar görmenin bizde yaratacağı etki ile, onu bir sanatçının bakış açısından görmenin yaratacağı etki bu yüzden farklıdır. Veya müzik, edebiyat, tiyatro, sinema, heykel… için de aynı şeyi söylemek mümkün. Hiçbir ses, hiçbir nokta, çıkıntı, renk, betimleme o sanatçının özgün bakışından ve amaçladığı etkiden kopuk olamaz. Her detay anlatılmak istenilene bağlıdır bir şekilde.
“Bizim işimiz, nesnelerin ve varlıkların düşüncesini, ruhunu, çehresini ele geçirmektir. Bir el, yalnızca bedene bağlanmaz; aktarmamız gereken bir düşünceyi sürdürür ve dışavurur. Ne ressam, ne ozan, ne de yontucu, görsel etkiyi nedeninden ayırmamalıdır; baş edilmez biçimde birbirinin içindedir onlar.”
Sanatçıların ‘özgün’ bakış açısı, öğrenilen kalıpların güzel ve yenilikçi bir uyum sağlamak amacıyla kırılması değil midir? Peki kalıpları kırmak demek sınırsızlığın bahşettiği bir özgürlüğe mi dönüşür yoksa yeni sınırlara mı?
Balzac tam da bu yeni sınırları görebilmek, o sınırların kararını verebilmek fikrini işler ve öykü bu yüzden çoğu sanatçının baş ucu kitabı olmuştur. O sınırlar, dahi olanı deli olandan, kusursuz sanatı doğanın kendisinden ayıracak esas kılavuzdur.
“Kusursuzluk, ekleyecek bir şeyimiz kalmadığı zaman değil, çıkaracak bir şeyimiz kalmadığı zaman ulaştığımızdır.” demiş Saint-Exupery. Frenhofer ile oturup bu cümle hakkında konuşmak isterdim. Başa dönerek bitireceğim: Bu olağanüstü metni ilk kez okuyacakları kıskanıyorum!