Çocukken soru sormaktan çekinmezdik. Büyüleyici ve şaşırtıcı kocaman bir dünya vardı önümüzde. Kafamızın içindeki ses durmadan “bu ne” diyerek bizi gizemli olanı keşfedebileceğimiz maceralara sürüklerdi. Öğrenmek, eğlenceliydi.
Buna karşın büyüdükçe, soran kişiden bilir kişiye geçtiğimiz bir süreç yaşadık. Fark etmeden. Artık bizden “bilmemiz” bekleniyordu. Okul başladı; sınavlar, sorular, yazılılar, sözlüler… Küçük kaşifler olarak öğrenmenin verdiği hazla mutlu olurken, ödül kavramıyla tanıştık.
“Bilmek” sormaktan daha önemli oldu. Bilenin alacağı ödül için yarışır olduk. Ders notları, sınav sonuçları esas konu haline geldi. Bilmiyorum demek zorlaştı, çünkü ayıplanmaktan, küçük görülmekten, notumuzun düşürülmesinden korkmaya başladık.
Sonra bir şey fark ettik, bilmediğimizde bile biliyormuş gibi yapabilmeyi. Kalabalığa uymak kolay geldi. Öğretmenimiz bir soru sorduğunda, sınıftan gelecek sesleri bekledik ve kendi fikrimizmiş, kendi buluşumuzmuş gibi yapıştırıverdik cevabı. Doğruyu denk getirdiysek ödüllendirildik. Ama o cevaba nasıl ulaştığımız sorulmadı çoğu zaman. Mantığımız ve birikimimiz sorgulanmadı. Sadece doğru ve yanlış vardı artık.
Doğruyu buldukça tatmin olduk ama zamanla ona giden yolu kaybettik. Sonra yol kayboldukça bir şey daha fark ettik. Önemli olan o yol da değil. Önemli olan sonuçtaki ürünün, fikrin doğru olarak adlandırılması. Yol gereksizleşti, külfet haline geldi. Çoğunluğun sonucu doğru olarak kabul etmesi yetti.
E bizim de ikna kabiliyetimiz gelişti böylelikle. Kitleyi çoğaltmak sondaki tatminin garantisi oldu. “Bence böyle”nin ardından gelen çoğunluk belirledi sonuçları. Ve iş doğruya giden yoldan, sonucun ne kadar doğru ne kadar yanlış, ne kadar yararlı ne kadar faydasız olduğundan çıktı. İkna eden ve edemeyen olarak ölçülmeye başladık. Çoğunluğu garantile ve ödülü kazan, tatmine ulaş.
Sonra bir şey daha keşfettik. Bu kadar uğraşmaya ne gerek vardı ki? Çoğunluğu sağlamak için bir fikre veya üretime gerek yok. Halihazırda bunu yapanları yenilgiye uğratmak, ona karşı gelip çoğunluğu sağlamak da mümkün. Böylelikle zihnimizi yormamıza gerek kalmadı. Üretilmiş bir fikre karşı gelmek, bir fikri üretip onun doğruluğu konusunda ikna edici çabalar göstermekten daha kolaydı.
Bir dakika! Daha da kolayı var. Karşı gelmek de, neye karşı geldiğini bilmeyi gerektirir, bu çabadan da tasarruf edebiliriz. Bak, çoğunluğu gör ve katıl. Bu kadar. Kazananların arasında yerini al. Ödülünü garantile. Aynı tatmine ulaş. Ulaştığını zannetmek bile yetecektir. Bekle, çoğunluğu bul, gözüne kestir, yığına katıl ve yok et. İşte tatminkarlık.
Büyümeye karşı kötümser bir bakış açısı. Peki biz böyle mi büyüdük? Fark etmeden bu kişiye mi dönüştük? En önemlisi, bunu sorgulamaya cesaretimiz var mı?