Günümüz dünyasında 90’lar ve 2000’liler nesline baktığımızda çoğunun mutsuz olduğunu görebilirsiniz. Yani merak etme Türk genci, yalnız değilsin! Teknoloji ne kadar ilerlese de, iletişim araçları ne kadar gelişmiş olsa da insanlarda bir yalnızlık ve mutsuzluk duygusu hâkim oldu.
Peki, ama neden bu kadar memnuniyetsiz ve mutsuz bir nesiliz?
İnsan ne zaman mutlu olur ya da mutsuz olur? Aslında hayatımız, hayallerimizden önde gidiyorsa mutluluk hissederiz. Yani hayattan beklentimiz gerçekleştiğinde ve bundan daha fazlasını gerçekleştireceğimiz hissinde mutlu oluruz. Mutsuz olmak ise çok basittir. Beklentiler bir anda karşılık bulamayınca mutsuz oluruz ve Türkiye’de yeni nesilde buna mahkûm gibi ama neden?
Korumacı Ailelerin Mutsuz ve Özgür Çocuklarıyız
Bizim neslimizin ebeveynlerinin çocuklukları darbelerle, siyasi olaylarla, ekonomik krizlerle geçtiği için korumacı ailelerde büyüdüler. Temkinli bir neslin evlatlarıydılar. Azla yetinen, nüfusun az olduğu bir zamanda, hayal eden insanın hayaline kavuşmasının daha mümkün olduğu bir nesildiler. Üniversiteler çok azdı ama girmesi bu kadar büyük bir olay değildi ve o zamanlar üniversiteler gerçek üniversitelerdi. En önemlisi işsiz kalmak gibi bir durum yoktu. 35 yaş üstü öğretmenlerinize sorun, ne dediğimi anlayacaksınız.
Temkinli ama bereketle yetişen anne babamız, bizi daha çok seçenekler sunarak özgür yetiştirdi. Korumacı ailelerin imkânları olmasına rağmen özgür olamayan çocukları, kendi çocuklarını özgürlükle tanıştırdı. Anne babanız anlatır, onlar küçükken iki misketle yıllarca oynarlardı ve yeni bir oyuncak alma gibi bir lüksleri olmazdı. Fakat bizim nesil oyuncak nedir çok iyi bilerek büyüdü. İşte aza kanaat getirme dönemi bizim nesille son bulmuştu.
Özgürlük Bize Astronot Olma Hayalleri Kurdurdu
Her şeye ulaşabilen, özgür çocuklar olarak büyünce de bunu yapabileceğimizi düşünüp güzel hayaller kurduk. Çünkü biz dünyada her şeyi başarabilirdik. Küçük bir köyde yaşarken ‘‘Büyüyünce astronot olacağım ben’’ diyen bir nesiliz. Hayalleri kurmak güzeldi, ta ki gerçeklere kadar…
Üniversite çağına geldiğimizde astronot olmayı geç, üniversitenin kapısına girmekte bile zorlandığımızda anladık. Özgür yetiştirildik ama gerçekler bizi pek de özgür bırakmıyordu. Anne babalarımız bizi büyük beklentilerle büyütmüştü, onların sahip olmadığı her şeye sahip büyüdüğümüze göre onlardan daha da üste çıkacaktık. Bu yüzden; gelecek, meslek seçimi, üniversite ve mezuniyet derken herkes en iyisini beklemeye başladı.
Herkes Prens, Prenses İken Kaybeden Olduk
Hepimiz evlerimizin prensi ve prensesi olmuştuk. Bu yüzden en iyisi olmaktan sorumluyduk. Bu düşünce bizde haddinden fazla bir öz güvene ve gizli bir hırsa sürüklüyordu. Evet, belli ölçüde hırs iyidir, fakat fazlası bizi hissiz ve acımasız bir nesil yaptı. Her şey bizim için bir rekabet aracı halini almıştı.
Başarılı olmalıydık, en iyi üniversiteye gidip, yurt dışında eğitim almalıydık. Fakat hepimiz birer kaybeden gibi hissetmeye başlamıştık. Çünkü aslında hala çok gençtik ve bu kadar hırs bizim yaşımız için çok erkendi. Başarı hemen bizi bulmayacaktı ve hala zaman vardı.
Herkes kendini ‘‘Özel İnsan’’ olarak görüyordu, fakat bu düşünce insanı daha da mutsuz etmeye başladı. Özel insan özel muamele görmeliydi ama kimse bunu bize vermiyordu. Bu yüzden herkese ve kendimize karşı acımasız olmaya başladık.
Altımızda yatan hırs bizi sahici dostluklar kurmaktan uzaklaştırdı. Çünkü sürekli arkadaşlarımızla kıyaslanarak büyütüldük. Hangimiz sınıfımızdaki Ali ve Ayşe ile kıyaslanmadı ki? Temkinli ve korumacı neslin çocukları olan ebeveynleri, bizden birer zalim yaratmıştı. Kıyaslanarak büyüyen ve içerisindeki hırsı devamlı besleyen neslin genç olduğu yıllarda sosyal medya hayatımıza girdi. Artık herkesin hayatını rahatça görüyor, her şeyden haberdar olabiliyorduk. Her şey göz önünde yaşanıyor, zenginlerin hayatı takip ediliyor ve onların yaşadıkları hayata imreniyoruz. Hırslarımız büyüdükçe mutsuzluğumuz da büyüdü.
Dünya mutluluk sıralamasında da mutsuz olmamızın sonuçlarının net şekilde görüyoruz. Bir altımızda pakistan var ve Türkiye 103. sırada. Daha ne denebilir ki?