Kapıyı “adam sende”cilikle çekip çıktığımda çok geçti.
Geri dönmek gibi bir huyum asla olmadığından, bedelini ödemeye hazırdım.
Yolda benim gibi çok insan vardı, tek farkları rahatlıklarıydı. Bu sadece benim mi yağmurla imtihanımdı, iki ağaç arasında ürkek saka kuşu gibi sekerken.
Oysa, bütün bir yaz boyunca hastanın sabahı, kumrunun baharı beklediğinden de öte kuvvetli bir istençle beklemiştim çaresizce. Şimdi hayıflanmam şımarıklığımdan mı, şükürsüzlüğümden mi?
Gelen geçen kimsede yok bendeki tedirginlik. Yağmur yüreğime çoktan işledi doyurdu, fiziksel anlamda rahatsızlık boyutuna geçti sanki…
Göremiyorum gözlüğümün penceresinden. Oysa sırılsıklam ıslanmayı hayal eden insanlar geliyor gözlerimin önüne.
Bu mu yani?
Yanımdan geçen otomobil acele etmek zorunda sanki.
Her yanim iki katı ıslak şimdi. Göremiyorum.
Gözlükleri neden silecekli yapmazlar ki sanki?
Çıkarıp başımın üzerine koyuyorum, yolu görebilecek kadarlar hala gözlerim. Ama yağmurun nasıl yağdığını da göremeyecek kadar. Anlıyorum ki görmeden ıslandığımda eğlenceli bile olabiliyormuş.
Fazla hissetmiyorum artık yağmuru. Keyifle ıslanıyorum…
Ve hey gidi Nurullah Ataç diyorum. Keşke “Bakmak ve Görmek” metnine bir de hissedebilmeyi ekleyebilseydin, önyargılarımdan uzak keyifle ıslanabilirdim…..