İnsanın ruhunu daraltan kapalı bir bahar gününde usulca yataktan kalkıyorum. evin hava alması için penceremi açıyorum. Ağır metal bir levha gibi göz kapaklarım nedense bir türlü açılmak bilmiyor. Hafiften dışarı bakıyorum. Dışarda sisli, kirli bir hava var. Gece esir almış günü bir türlü bırakmak, karanlık ve aydınlık birbirine dolanmış iki aşık gibi bir türlü birbirinden uzaklaşmak bilmiyor, gökyüzünü saran kara bulutlar bu iki aşığın üstünü bir yorgan gibi örtüyor. Hakikate dönüyorum, ne de olsa edebî bir tasvir ruhu doyurduğu kadar bedeni doyurmuyor. Yarı açık gözlerimi saatime dikip, anlamsız bir telaşla banyoya koşarak, yüzümü yıkıyorum. Telaşa veriyorum günü sanki telaşla her şey hızlanıyormuş da! Alelacele üzerimi, bahara soyulan bir yılan gibi, değiştirip dışarı çıktım. İçimdeki sahipsiz telaş ve kaygıdan evimin önündeki ıhlamur ağacının, tüm şehvetiyle bana baktığını, gülümsediğini fark etmemiş olacağım ki arkamdan yüzünü döktü. İçimdeki bu nedensiz ve sahipsiz telaş, her tarafı kuşatan gökdelenler gibi büyüdükçe büyüyor, tüm keşmekeşliğiyle benliğimi kaplıyordu. Bu telaşın bir kuruntudan ibaret olduğunu biliyordum ve bu telaşı ruhumdan söküp atmak için bir şeyler yapmalıydım.. Hayatın her halinin, yaşanılası nice zenginlik barındırdığını bilmek ve bu zenginliklerin her bir zerresini tadabilmek için; duru bir ruh haline sahip olmak gerekiyordu. Bu sebeple durdum, insanlara ve dünyaya anlam katacak o ruh haline bürünmek maksadıyla hemen geri gelip; tek gayesi dünyayı güzelleştirmek olan ıhlamur ağacının gönlünü aldıktan sonra otobüs durağına gitmek için yoluma devam ettim. Bir birine gülmeyen, birbiriyle konuşmayan, süslü püslü, kendini beğenmiş, çatık kaşlı evlerin olduğu, gayrı samimi bir sokaktan sıyrılarak; otobüs durağına varıyorum. Durakta, bir ağaç kadar bile duygularını belli etmeyen ancak; kendini ailesine adamış, tüm bu çabalarına rağmen bir tarafı kadük kalan masum insanlar görüyorum. Hemen orda, o anda kendimi tartıyorum. Ben de böylesine çaresiz miyim? Ben de mi öyle görünüyorum Evet..! Ben de öyleydim. Haliyle, şu insanları yadırgamaktan ziyade onları hayata ısındırmalıydım. Bu yüzden gördüğüm ilk insana, başımı hafifçe eğmek suretiyle, mahmurlu bir tebessümü nazikçe sunuyorum. Sonrası yok… -Şehirler de selam alıp vermek bile ciddi bir aşinalığı gerektiriyor. Bunu bilesiniz…!- Durakta öyle ayakta dikilmiş sağ ayağımı, sabırsızlık refleksiyle sallıyorken; yükü emektar bir Karadeniz kadınının yükünden epey fazlaca olan bir otobüs, asık suratıyla, homurdanarak gelip; tiz bir fren sesiyle durakta durdu. Otobüse can havliyle bir atmışım ki kendimi dillere destan…
İnsan hayatın gerçek öznesiydi. Geri kalan hiçbir şey ona anlam katmaktan, onu renklendirmekten öteye gidemezdi. Bundandır ki insan hayattan veya hayatın merkezinden uzaklaştırıldı mı veyahut alıkonuldu mu geriye anlamsızlık ve devasa bir boşluk kalırdı. İnsanlar hayatın merkezine kendi dışında bir şeyi ikame etti mi mutsuz olmaya da mahkumdu. İşte bu yüzden insan ve insana dair işleyişin bir parçası olmak son derece keyif vericiydi bir o kadar da yorucu… Her ne zaman sıkılsam hemen hayal dünyasının uçsuz alemine dalar mutsuzluğumu unuturum. Otobüs yolcuğunun o sıkıcı halini böylece bertaraf ettikten sonra nihayet otobüsten inip, biraz yürüyerek işyerine vardım, doğrudan kantine gittim. Selam verdim. Musa hayatın tüm yükünü omuzlarında taşıyan yüz ifadesiyle alnındaki tüm çizgileri ortaya saçarak:
- Ve aleyküm selam!
- Nasılsın?
- Bilmiyorum. Biraz tuhaf…
- Bu surat neyin nesi? Ne oldu?
- Sonra konuşuruz. Çay içer misin?
- İçerim.
Çaydan bir yudum aldım. Çayı derin bir hayal kırıklığıyla masaya bıraktım. Çayımız közde piştiği o eski halinden uzak epey uzaktı. Çayımız, ince belli cam bardakta ikram edildiği; içinin her haliyle görüldüğü, güzelliğini zarifçe sergilediği, günlerin özleminden dudaklarımızda hüzün kokan bir acı bırakıyordu. Musa ve çay, bu sabah aynı tondaydılar. Musa’nın kolunu tuttum, çayı olduğu gibi bırakarak doğrudan ayrım kasasına geçtik. Birbirine yabancı ama aynı duygular taşıyan sıra dışı mektuplara dokunmak, onları hissetmek, ne kadar da tuhaf bir şey…! Aşk, özlem, umut ve daha nice duyguları içinde barındıran bu kağıt parçalarını sırtında taşımak da bir o kadar keyifli… Ne zaman ayrım kasasına varsam, bir bilinmezliğe açılan o kapının önünde durur hayallere kapılırım, içimde hoş bir tasa filizleniverir. Ama o gün tüm bu heyecanımı pekiştirecek bir olay yaşadım, ayrım kasasının arka kısmına sıkışan, çaresiz bir mektup gördüm. Üstündeki tarihe baktım. 27 ekim 1980 tarihli bir damga taşıyor. Mektup benden bile yaşlı, neredeyse 40 yıldır orada mahpus duruyor. Sararmış , toz içindeki o zavallı, masum mektubu aldım. Heyecanla Musa’ya gösterdim. O da mektubun tarihine bakıp şaşırdı. “ Arada kalmış yapacak bir şey yok!” Dedi.
- Olmaz öyle şey! Bunu sahibini bulup teslim etmeliyim.
- Deli misin? Bunun sahibi çoktan ölmüştür.
- Araştırmak lazım.
- Ben bunu adresine götürüp soracağım.
- Sen bilirsin ama; fanteziye gerek yok..!
Musa’nın böyle düşünmesi beni hem şaşırtmış hem de yaralamıştı. Mektubu iyice inceledim. Toz içindeki mektup, -sararmış, yer yer ezik ve yırtıklar var üzerinde- bana yalvarıyordu. Ona her dokunuşumda, anlam veremediğim bir duygu yoğunluğuyla ürperiyordum. Gerçeği, tarihi olan her şeye karşı son derece hassasım. Ancak; bu mektupla aramdaki his çok başkaydı. Ne olursa olsundu, bu mektubu ya sahibine ya da mektubun varislerine ulaştıracaktım. İçimdeki heyecan büyük… ayrımın bitmesini ve bu kimsesiz kalmış mektubu dağıtıma çıkarmayı dört gözle bekliyorum. Her dakikaya prangalar vurulmuş sanki; Dakikalar geçmek bilmiyor. Mektubu gömleğimin sol cebine koydum, yüreğim mektubun ağırlığı altında eziliyor, göğsüm daralıyor. Buna karşın posta ayırmaya devam ediyorum. Musa arada bana bakıp anlamsız anlamsız başını sallıyor, ben de ona bakıyorum. Belli ki bu konuda bir birimizi anlamıyoruz. Beklenen o an geldi, ayrım bitti. Tüm postamı aldım, hızlıca dizdim, güzelce bağladım, bağ bağ postayı çantama yerleştirdim, çantamı omuzladığım gibi bizi cihet’e( Bir dağıtıcının sorumlu olduğu, dağıtım alanı) götürecek servise bindim. Dağıtıcılar teker teker gelmeye başladılar, sadece musa kaldı Musa’nın da gelmesiyle servis kalkacak, o kadar sabırsızım ki dayanamadım, cep telefonuma sarıldım, musayı aradım.
- Nerde kaldın, hepimiz seni bekliyoruz?
- Öldünüz mü, bu ne sabırsızlık?
Çat! Telefon kapandı. -Allahım kızmayacağım, birini sevindireyim derken başkasını üzmeyeceğim.- sinemde biriken tüm öfkeyi derin bir nefes çekip bırakarak sabırla beklemeye koyuldum. Musa salına salına geliyor, dünya umurunda değil Musa’nın. Ben ise yerimde duramıyorum. İçim içime sığmıyor. Heyecanımı biraz da merakıma bağlıyorum. Musa’nın yerine oturmasıyla şöförün aracı çalıştırması bir oldu. Nihayet! Bu biçare mektubu adresine ulaştıracağım. Ah zavallı mektup sönmüş bir yanardağ gibi cebimde öylece bekliyor. Servisin nerden ve nasıl cihete ulaştığının farkında değilim. Elimi bir dostun omuzuna atar gibi mektubun üzerine koymuşum. Servisten indim, postayı dağıtmaya başladım. Tüm postayı bitirdikten sonra mektubun üzerinde yazılı adrese gittim. Kapıyı çaldım.
- Kim o?
- Postacı…
- Mehpare Beyzadegil diye biri var mı?
- Mehpare hanımı bilmiyorum. Ancak biz bu evi Reşat Beyzadegil’den aldık.
- Nereye taşındığını, adresini biliyor musunuz?
- Bilmiyorum. Sokağın başında bir bakkal var. Buraların en eskisi odur. Bilirse o bilir… Ona sorun!
- Teşekkür ederim.
Mektup elimde, koşar adımlarla bakkala gittim. Bakkalda 30’lu yaşlarda biri var… Bu kişinin, Mehpare hanımı tanıma olasılığı, benim mehpare hanımın adresini bilme olasılığım kadar. Fakat mecburen sordum.
- Mehpare Beyzadegil’i tanıyor musunuz?
- Reşat Beyi tanınırım o da geçen sene evi sattı gitti buralardan.
- Sizden başka kimse yok mu?
- Babam, evdedir. Çağırayım bir ona soralım.
Yetmişli yaşlarda beyaz saçlı, beyaz bıyıklı biri geldi. Mektupta yazılı ismi söylememle birlikte hemen mektuba sarıldı. “Refik bey…” diye mırıldandı. Ben bir şey sormadan anlatmaya başladı.
Mehpare hanım ve Refik bey birbirine son derece bağlı iki eş ve meslektaştı. İkisi de üniversitede hocasıydı. Refik bey, darbe döneminde, yurt dışına kaçtı, bir daha da dönmedi. Mehpare hanım, biricik oğlu Reşat’ı babasız büyüttü. Biz de Refik beyin bu vefasızlığına anlam veremedik. Refik beyden de hiç haber almadık. Kadıncağız perişan oldu. Kadının oğlu Reşat bey de üniversite de hocadır.
- Hangi üniversite?
- İstanbul üniversitesi Edebiyat fakültesinde herkes onu tanır.
- Teşekkür ederim.
Mektubu adamın elinden kaptım. Doğruca edebiyat fakültesine gittim zaten yürüme mesafesinde… Bu mektupla aramda inanılmaz bir bağ oluştu. Bedenimden bir parça… Artık ben de ölesiye merak ediyorum bu mektubun içindekileri. Mektubun üzerindeki tarih de seksen darbesinden hemen sonra yollandığına işaret ediyor. Balat’tın tarihi, yaşlı ve yorgun sokaklarını; kimi ahşap, kimi taş evlerin önünde saygıyla eğilip, o tarihi içime çekerek yürüyor, Zeyrek ve Vefa’ya uğrayarak Beyazıt’a varıyorum. İstanbul üniversitesin beşyüz yıldan fazla tarihi ve bu şehir, sadece varlığıyla bana anlam katıyor. Ve ben daha bir gururla ilerliyorum edebiyat fakültesine ulaşmak için. Etrafı kolaçan edip göz gezdirerek fakülteyi bulmamla; danışmaya uğruyor Reşat Beyzadegili soruyorum.
- Reşat hoca derste… Ne için aramıştınız?
Tek kelime etmeden, sararmış, dökük mektubu gösterdim. Dudaklarımı masumane büktüm. Gözlerimi minik minik yumdum, en tatlı halimi takındım.- Bildiğimiz masum kedi bakışı…-
- Ben alabilirim
- Üzgünüm sadece kendisine verebilirim.
- Bekleyin ama Reşat hoca dersten geç çıkar.
- Beklerim, ilginize teşekkür ederim.
Beklerken etrafı gözlemliyorum. Fakültenin dışı, özgün haliyle uyumlu bir şekilde restore edilmişken; içi bir o kadar rezalet… zavallı duvarlar bir sürü başarısız estetik operasyona maruz kalmış bir yaşlı gibi… Mevcut görüntü, hakikati örtmekten öteye gitmiyor. Tabiki bu operasyonların temelinde insanoğlunun güttüğü rahatlık kaygısı var. İçimde kavrulan başarı, azim ve inanç en nihayetinde; daha iyisini hatta en iyisini istemekten kaynaklanan hayal kırıklığıyla taçlanıyor. Ama yüreğime su serpen bir ses duyuyorum.
- Reşat hoca, dersten az önce çıktı. Sizi bekliyor.
Sadece başımla bir minnettarlık gösterisinde bulundum. O kadar heyecanlıyım ki odanın yerini kaçıncı katta olduğu sormadım bile. Odayı bulana kadar, birkaç kişiden yardım aldım. İkinci kat, sağ koridorun sonunda, sağdaki odanın kapısın önünde kendimi nasıl bulduğumu hatırlamıyorum. Kapıyı çaldım, bekledim. İçeriden, kendinden emin bir ses: “Gel!”
Hemen içeri girdim mektubu uzattım. Reşat bey mektubu aldı, masaya bıraktı. Ve bana:” Çıkabilirsin.” Dedi.
Dünyam başıma yıkıldı. Ne bir teşekkür ne de bir minnettarlık göstergesi… Eh! Ne yapalım varsın payımıza bu düşsün. Her ne kadar gözyaşlarım, ısrarla gözüme ulaşmaya çalışsa da; onları yüreğime hapsetmeyi başarıyorum. Ama postaneye nasıl döndüğümü, eve nasıl vardığımı, inanın ki hatırlamıyorum. Gece ve tüm evren uyuduktan sonra bi güzel içimi döktüm. Hüngür hüngür ağladım. Hıçkırıklarım gecenin ve gökyüzünün sonsuz derinliğinde yankılana yankılana kaybolup gitti. -Ey gece sen sen ne güzel şeysin her sabaha bizi umutla ulaştırırsın-
Sabah, uyanıp işime gittim. Sokağımdaki ıhlamuru minnetle selamladım. Bu yaşanan olaydan aldığım yaram zamanla iyileşti. Hatta unuttum derken; bir gün müdür beni odasına çağırttı. Ben de biraz heyecan, biraz merakla odasına gittim, kapıyı çalarak odasına girdim. Bir de ne göreyim Reşat Beyzadegil… İnanın ki hiç beklediğim bir durum değil… Biraz mahçup: “Acaba bir yanlış mı yaptım?” Diye sordum.
Müdür:” Bilmiyorum. Reşat Beyle gitmen gerekiyor.” Dedi. Başka da bir şey demedi. Reşat Beyzadegil kibarca:” Lütfen gidelim.” Dedi. Ancak; gideceğimiz yere kadar tek bir kelime dahi etmedi. -Ne olacak allahım! Bilmiyorum. Boncuk boncuk soğuk ter atıyorum, heyecandan. Bir bilinmezliğe sürükleniyorum. Reşat Bey, o kadar sert bir insan ki iletişimin onun başlatmasını bekliyorum. Bu sayede kendimi ifade edebilir, hakikati ondan öğrenebilirim. Tek kelime etmeden binadan çıkıp arabaya bindik. Reşat Beyzadegil’in yüzünde onun gerçek duygusunu anlayabilecek; ne bir emare ne de bir mimik var. Yüzündeki ciddiyet bir maske gibi duruyor. Son derece temiz bir araca bindik. Ancak; arabada daha önce hiç duymadığım bir koku, nasıl da alıp götürüyor beni uzak diyarlara, tarif edemem. İşin aslı, şayet bu kişi bir üniversite profesörü olmazsa içime ciddi ciddi bir ölüm korkusu depreşecek, yalnız; bu ihtimali hiç düşünmüyorum. Ne de olsa onlarca bilim adamı yetiştirmiş bir kişi diye içimden geçirirken; Reşat Bey arabanın kapısını açtı. O sesle bir irkildim ki Reşat Bey güldü. O gülünce içime bir ferahlık geldi. Kanımca Reşat beyin güldüğünü gören ilk kişi benimdir. Eller omuzunda her bir adımda daha da samimi ve içten… ama hala tek kelime etmiyoruz. Bir an için durduk sağıma baktım. Yosunlar içinde bir mezar… Ve hemen onun yanında yeni bir mezar daha…
- Postacı! Adın nedir?
- Yürek…
- Öyle isim mi olur?
- Şayet biri size isim vermez de hayallerini yüklerse olur
- Kim bu ismi vermiş sana
- Babam… Ben daha küçükken ölmüş…
- Aynı kaderi paylaşıyoruz.
- O mektubu nerde buldun, nasıl oluyor da yıllar sonra bana ulaşıyor, ve sen gerçek misin? Mektubu aldığımdan beri her gece düşündüm. Bir an senin bir melek olduğunu ve babamın isteği üzerine dünyaya gönderildiğini de… Hem, mektubun üzerinde üniversitenin adresi yok nasıl buldun beni?
Herşeyi olduğu gibi anlattım. Reşat Beyzadegil titrek sesi ve parmaklarıyla, yanında durduğumuz mezarları işaret ederek:” Bu yosunlar içindeki mezar annem: Mehpare Beyzadegil’in mezarıdır. Onun yanındaki yeni olan da, babam: Refik Beyzadegil’in… Postacı senin bana getirdiğin mektup, ölmüş iki insanı birbirine kavuşturan bir mektuptur. Sen öyle bir iyilik yaptın ki bunun büyüklüğünü asla tahmin bile edemezsin. Hem ölmüş iki insanı kavuşturdun hem de babamın itibarını iade etmiş oldun. Ben babamdan nefret ederek büyüdüm. Çünkü onun beni ve annemi bırakıp kaçtığına inanırdım hep. Meğer öyle değilmiş. Babam yurtdışına bir seminer için giderken havaalanında askerler tarafından gözaltına alınıyor. Bu mektubu daha havaalanında iken postalıyor. Ama mektup yıllar sonra ulaşıyor elime. Mektupta sadece şunlar yazıyor: sevgili eşim ve yavrum, yurtdışına çıkamadan gözaltına alındım. Bir daha sizi görebilir miyim bilmiyorum. Sonsuza dek sizinle olacağımı bilmenizi istiyorum. Esenlikle kalınız!. Annemin anlattığına göre; babam, kapalı alanlardan ciddi şekilde; rahatsız olurmuş. Otopsi raporunda kalp krizi sonucu öldüğü yazıyor. O dönemde çok tanınan biri olduğu halde, hesap verilme korkusuyla kimsesizler mezarlığına gömülüyor. Geçen hafta mezarını buraya naklettim. Biz de onu yurtdışına gitmiş, ancak; bir daha dönmemiş olarak biliyoruz. Ah zavallı annem! Son sözleri:” Refik bana bunu yapmaz!” Oldu. Ben ise annemin bu bağlılığını, ahmakça bulur, bu nedenle onu da pek sevmezdim. Bundan ötürü annem ölür ölmez, ikisinin hatıralarıyla dolu evi eşyalarıyla birlikte sattım ve ordan kurtulmak istedim. Şimdi ne yapıp edip o evi geri alacağım. Artık hakikati biliyor, kendimden utanıyorum. Delikanlı sana çok teşekkür ediyorum. Kabul edersen sen de bu ailenin bir parçası ol! sana vasiyetim: Öldüğümde beni ikisin arasına göm. Sen de vasiyet et seni de yanımıza gömsünler.” Dedi.
Reşat Beyzadegil o kadar doluydu ki tüm söylediklerini ağır bir çaresizlikle, milyonlarca keşkeyi beynime dizerek dinledim. Tüm isteklerini kabul ettim. Mezarların başında bir süre oturduktan sonra geri dönmek için tekrar araca bindik.-Ey hayat, sen nelere kadirsin.- Üzerimden kocaman bir yük atılmıştı. Gönül rahatlığıyla sordum:” Bu aracın içindeki koku ne kokusu, gerçekten çok merak ediyorum?”
- Çok güzel değil mi?
- Evet
- Bu Babamın anneme aldığı, annemin yadigar olarak sakladığı parfümün kokusu… Annemden ve babamdan bana kalan tek hatıra bu… kıyamadım atmaya. Çünkü ben de bu kokuyu çok severim.