love, rossie izleyip düşüncelerle boğuştuğum ve hüzünlü uyuduğum bir gecenin sabahında, 7de uyandım. hava soğuktu dün akşamdan, duş alıp saçlarımı kurutmadan yatmıştım. mor perdem kapalı ve odam bu yüzden kapkaranlık olsa da havanın soğuk olduğunu sezdim ve sıcacık yatağımdan kalkasım gelmedi hiç. aklıma nerden geldiyse ” call me maybe” şarkısı geldi ( lisede dinlerdim ). yarım saat kadar yatakta eski şarkılarımı dinleyip lise yıllarıma dönmüştüm ta ki tavanı alçak çatımdan ‘ pıt ‘ sesini duyana kadar. oldum olası yağmurlu havaları sevmişimdir. ” yağmur yağıyor!! ” sevinciyle yataktan fırladım, perdeyi ve camı açmamla mutluluğum öyle bi arttı ki tarif edemem. odama mis gibi iğde kokusu doldu, hemen çatı katı odamın terasına çıktım. sabahın erken saati, kuş sesleri ve iğde kokusu. hüzünlü uyuyup rüyalarım yüzünden koskoca bir boşluk hissiyle uyanmış olsam da ‘bugün benden mutlusu yok’ diye geçirdim içimden. derin bi nefesle temiz havayı ciğerlerime doldurup odama girdim. kapalı hava ve alçak tavan sayesinde karanlık olan odamın ışığını açtım. nostaljik yaşamın verdiği huzur bambaşkadır bilen bilir. radyoyu açtım ”elbet bir gün buluşacağız” çalıyor. keyfime keyif katacak başka bişey olamazdı. odamda ufak bi değişiklik yapıp çalışma masamı penceremin önüne, yağmur ve yeşillik manzarasına karşı koydum. hemen bir kahve yapıp lavanta kokulu mum yakıp yazmaya başladım işte.
dışarıda tam Samsun havası var. yağmurlu, kapalı ama hafif soğuk. bu kez de üniversite yıllarım geldi hatırıma. sabah 8 dersine yetişebilmek için erkenden kalkmışım burnumda hafif bi sızıyla ( kız yurdunda yatakları birleştirip film izleyelim diye geç yatmışız çünkü) zar zor yataktan çıkıyorum. koştura koştura r11’e. hava yağmurlu, e r11e binmek de kolay değil tabi içerisi tıklım tıklım. neyse zar zor atıyorum kendimi içine. fakültenin önündeki kantinden karton bardakta kahve alıyorum, içip o kahvenin beni derste uyutmamasını beklemeyi, yaşam merkezinde oturacak yer bulamamayı bile özledim. beni üniversite yıllarıma ışınlamayın ama sakın o yıllarda aklım başımda değildi ben de pek ben gibi değildim zaten.
ben gibi değildim zaten derken, sahiden de kendimi tanımam, bulmam 24 senemi aldı, hala da bu okyanusun en derinine dalabilmiş o cesareti gösterebilmiş değilim. acaba senaryosundan bile haberdar olmadığım, provasını yapamadan atıldığım bu sahnede rolüm ne? kenara çekilip başrol olduğum oyunu başkalarının oynamasına izin verecek halim yok tabi de ya elim ayağım dilim tutulursa ya ‘keşke şunu da oynasaydım’ dersem ya yaptığım bi hata tüm senaryoyu bi anda değiştirirse ya bi role geç kalırsam ya tıpkı şu an olduğu gibi ihtimallerle boğuşmaktan rolü kaptırırsam.. ya da sadece tadını çıkarıp sahneye mutluluğu, aşkı, tutkuyu davet etsem ya? ihtimaller, ihtimaller, ihtimaller..
yağmurlu ve kapalı havanın keyfini buharı üstünce sıcacık kahvemle sıcacık odamda peluş pijamalarımla nostaljik şakılarla çıkartmak varken bunları bir kenara koyuyorum, keyifsel bir durgunluk armağan ediyorum kendime! ihtimallerle boğuşmak yorucu, bazen tüm kapılar kapalı gibi geliyor zaten. neyse.
tam bu anda ( 59 dakikalık ‘şömine ateşi ve gramafonda taş plak keyfi’ videosunda ) bir ezgi başladı.. ”bir ihtimal daha var”