Hepimiz her alanda zeki, çalışkan ve başarılı olmak isteriz. Başarısız olmak, hem çevremiz hem de ailemiz tarafından pek hoş karşılanmaz. Size çevrenizden herhangi birinin tembel dediğini düşünün ne hissedersiniz? Önce kendinizi sorgularsınız dimi. Acaba ben tembel biri miyim? yoksa Yeteri kadar çalışmıyor muyum? Daha iyi daha başarılı olabilmek için ne yapmalıyım? gibi çözüm yollarını ararsınız. Peki, ya işe yaramazsa ne olacak pes mi edeceksiniz? Tabiki de hayır! Bundan 15- 20 yıl geriye gidelim ilkokul ve ortaokul yıllarına…
Bu hayattaki herkesin hiç unutamadığı ve unutamayacağı bir ilkokul veya onu değerli hissettiren, onu başkalarıyla karşılaştırmayan ve onu anlayan bir öğretmeni vardır. Aslında biz doğduğumuz anda itibaren hayatla mücadelemiz başlar. Tabii o zamanlar her ağladığımız, açıktımız ve susadığımız anda her daim yanımızda annemiz veya babamız vardır. ya sonra… İlkokula başladığımız bir eylül ayında bir sınıftaki çocukların hepsi başlangıçta eşittir aynı düzeydedir. Hepside okuma-yazma bilmiyor ve birinci sınıfın sonunda hepsinin okuma- yazmayı başarılı bir şekilde öğrenmesini bekliyoruz ve her öğrenciye, aynı düzeyde aynı eğitim veriliyor. Sonunda her öğrencinin başarılı bir birey olarak yetişmesi sağlanıyor. Peki, size bir soru, öğrenciler neye göre başarılı neye göre başarısız olarak sınıflandırılıyor? Başarı sadece temel derslerdeki başarısına göre mi yoksa onların ayrı ayrı yeteneklerine göre mi? Yetenek nedir? Genel tanımı şu: Bir kimsenin bir işi yapabilme ve anlama yeterliliğidir. Ve şunu soruyorum. Herkesin veya her çocuğun yeteneği aynı mıdır? Bir başka soru her öğrenci aynı düzeyde aynı hızda öğrenebilir mi? Tüm bu soruların cevapları aşağıda yazdığım kısa öykümde saklıdır. Şimdi size küçük bir çocuğun hayal dünyasının ne kadar geniş olduğunu ve ne kadar yetenekli biri olduğunu öğreneceğiz. Ve en önemlisi bir öğretmenin bir çocuğun hayatını nasıl değiştirebileceğini göreceğiz.
Ortaokul altıncı sınıfa giden Duru okuma, yazma ve anlama becerilerinde sorunlar yaşamaktaydı. Ayrıca okulda içe kapanık, sessiz ve utangaç bir kişiliğe sahipti. Arkadaşlarıyla ve öğretmenleriyle iletişim kurmakta zorluklar yaşayan bir çocuktu. Bütün derslerden düşük notlar alıyor, verilen ödevleri yarım yamalak ya da tümüyle yanlış yapıyordu. Bu nedenle çok fazla uyarı alıyordu. Onlara göre sorumsuz, tembel, yaramaz olarak nitelendiriliyordu. Gerçekte ise böyle miydi? Bir de buna Duru’nun gözünden bakalım.
Duru, Sabah saat 7.00’da uyanır. Annesinin yardımlarıyla formasını giyer, kahvaltısını eder, dişlerini fırçalar derken servise zar zor yetişir. Onun aklı her zaman başka yerdedir. Çeşitli hayaller kurar. Mesela bazen astronot olup uzaya çıkmıştır bazense bir dalgıç olup denizin derinliklerine dalmıştır. Balıkları ve çeşitli deniz canlılarını gördüğünde yüzünde gülücükler oluşur. Daha sonra hayalinden çıkıp gerçek dünyaya gelince tüm bu gördüklerini kağıda resmeder. Harika resimler çizerdi. Tıpkı gerçekmiş gibi. Bu konuda çok yetenekliydi. Renkli kalemler, boyalar bu dünyada onu anlayan bir arkadaş bir dost gibiydiler. Fakat kimse onun bu yeteneğiyle ilgilenmiyordu. Eğer matematik, Türkçe, Sosyal gibi derslerde başarılıysa başarılı, eğer değilse başarısız bir öğrenciydi. Bir gün Türkçe dersinde öğretmen bir soru sordu: “Ömer bugünlerde çok yorgun ve halsiz görünüyordu. Cümlesindeki yüklemi niteleyen zarfı bulunuz ve zarf çeşitlerinden hangi tür zarf olduğunu söyleyiniz.” Duru bir süre sessiz kaldı. Sonra öğretmen hiddetle soruyu tekrarladı. Duru birden irkilerek, konuşmaya başladı ve “bilmiyorum” dedi. Buna karşılık öğretmen: “ ne demek bilmiyorsun daha geçen ders anlattım.” Diyerek Duru’yu azarlar. Duru sadece bu derste değil her derste böyleydi. Kitaptaki terimleri; kavramları bir türlü anlayamıyor, okuyamıyordu. Sözcükler, rakamlar sanki onunla dans ediyorlardı. Harfler ona tersten bakıyorlardı. Aslında başarmayı çok istiyor ama bir türlü olmuyor, yapamıyordu. O da kelimelerle anlatmak yerine resimlerle anlatıyordu. Etrafında gördüğü her şeyi resmediyordu. Ama en çok da hayallerinde kurduğu şeyleri…
Günler, haftalar, aylar geçer ve okula yeni bir öğretmen gelir. Sosyal Bilgiler öğretmeni Ayla. Ayla öğretmen, akademik başarısı son derece yüksek olmasına karşın her daim kendini yenileyen ve çağın gereksinimlerinden faydalanan bir öğretmendir. Ayrıca her zaman dersin kazanımlarını, öğrenci ihtiyaçlarına uygun planlar. Onun gözünde her öğrenci farklıdır, özeldir. Hiçbir öğrenciyi birbiriyle kıyaslamaz. Onun gözünde hepsi eşittir. Kimileri; matematikte başarılıdır. Kimileri; müzikte… ve dersini onların anlayabilecekleri bir metodla işlemeyi tercih eder. Ayla öğretmen ilk dersine girerken de başında Kurtuluş Savaşı’ndan kalma bir kalpak, ayağında salvarımsı pantolonunun dizlerine kadar çekilmiş siyah meşin çizmeler vardı. Sanki her an savaşa gidecekmiş gibiydi. Öğrenciler; öğretmeni bu halde gördüklerinde, pür dikkat ve şaşkınlıkla ona bakıyorlardı. Öğretmen ise o sırada yüksek sesle ve çoşkulu bir şekilde bir şiir okumaya başladı. Şiir şöyle başlıyordu: “Yediyordu Elif kağnısını, kara geceden geceden. Sankim elif elif uzuyordu, inceliyordu, uzak cephelerin acısıydı gıcıtılar, inliyordu dağın ardı, yasla, her bir heceden heceden…” Şiir böyle devam ediyordu. Şiir bittikten sonra Ayla öğretmen bu şiirin öğrencilerde bıraktığı hissi ve duyguyu anlatan bir dille açıklamasını istedi. Tabi bu sadece söz veya yazıyla değil aynı zamanda bir resim, şiir, şarkı, komposizyon; hatta bir tiyatro gösterisiyle… önemli olan onların kendilerini nasıl ifade etmeleriydi. Sınıf ortamı; o çocukların yeteneklerini, ilgilerini, kendilerini her alanda geliştiren ve fikirlerine saygı duyulan bir ortamdır. Aslında sınıf onların ikinci evi gibidir. Bazen rekabeti bazense paylaşmayı öğrenirler. Onlar bu ülkenin aydınlık yüzleridir. Bu ülkeyi masmavi göğün altında; yemyeşil ağaçlarla, rengarenk çiçeklerle süsleyecek olan onlardır. Ayla öğretmen sorusunu sorduktan sonra öğrencilerden her biri bu şiirin kendilerinde bıraktığı etkiyi önlerindeki beyaz kağıtlara şiir; komposizyon, resim, şarkı gibi farklı şekillerde aktarıyorlardı. Bu sırada orta sıralarda oturan Duru ise gözlerini kapatmış, elini çenesine dayamış bir şekilde hayal kuruyordu. Bu sefer hayalinde kendini şiirde adı geçen Elif’in yerine koymuş; taşlı, çamurlu ve yağmurlu bir havada köyden cepheye mermi taşıyordu. Onun da yanında bir çift koca yaşlı bir öküzü vardı. Cepheye yaklaştıkça birbiri ardına geçen mermi seslerini, yaralı askerlerin iniltilerini duyuyordu. Sonra hayalinde kurduğu tüm bu şeyleri kağıdına döktü. Ne eksik ne fazla… Resminde kıpkırmızı bir nehir vardı. Neden kırmızıydı bu dere. Öğretmen sorduğunda şöyle cevap vermişti: “hem cephede kahramanca savaşan askerlerin kanı hem de düşmanlar tarafından köyleri bombalanan insanların kanıydı.” Öğretmen, Duru’nun bu cevabına bi hayli şaşırmıştı. Nedendir bilinmez onun yaşındaki bir çocuğun savaşı bu denli gerçekmiş gibi resmetmesi ve resme baktığında sanki ordaymışsın gibi insanların acılarını, çaresizliklerini ama bir o kadar da umutlarını bizzat yaşıyormuş hissi veriyordu. Ayla öğretmen dersten sonra Duru’nun hem kendi dersinde hem de diğer derslerdeki başarı durumunu öğrenmek istedi. Fakat durum beklediği gibi değildi. Neredeyse tüm derslerde notları ortalamanın altındaydı. Öğretmenleri de ondan çok şikayetçiydi. Herkes onu tembel, sorumsuz, derslerine çalışmayan, ödevlerini yapmayan biri olarak görüyordu. Ayla öğretmenin bu durum kafasına takılmıştı. Bir çocuk gerçekten tembel olabilir miydi? Bir çocuğunun başarısı veya tembelliği sınavlardan aldığı notlara göre mi değerlendirilmeli. Bunun arkasında yatan nedenler nelerdir? Duru’nun ders çalışmaması veya diğer arkadaşları gibi aynı düzeyde öğrenememesi, onlar gibi bir anda konuları kavrayamaması onu tembel mi yapar. Öğrenemeyen öğrenci yoktur. Gerekli zamanı ve fırsatı sağladığında her çocuk öğrenebilir. Yalnızca onları yargılamadan, kızmadan, hatasını dosdoğru yüzüne vurmadan dinleyelim. Onlara başarmaları için fırsat tanıyalım. İşte Ayla öğretmen de bunları düşünüyordu. İlk olarak Duru’yu normal yaşantısında gözlemeye başladı. Arkadaşlarıyla iletişimini sınıftaki tutum ve davranışlarını izledi. Sonra ailesiyle görüştü.
Bir öğleden sonra Duru okuldayken ailesinin de izniyle evlerine gitti. Duru’nun babası bir şirkette halkla ilişkiler müdürüydü. Annesi ise emekli bir sınıf öğretmeniydi. Bir de lise son sınıfa giden bir ablası vardı. Ablası Burcu, Duru’nun aksine derslerinde çok başarılı ve okul birincisiydi. Hatta herkes Duru ile Burcu’nun nasıl kardeş olduklarını düşünüyorlardı. Onlara göre birisi çok zeki diğeri ise yayla yaylak gezen birisiydi. Bazen Duru’yu Burcu ile kıyaslıyorlar bazen ise komşuların çocuklarıyla karşılaştırıyorlardı. Birini övüp diğerini yerle bir ederek. Duru’nun annesi Sema hanım, her akşam Duru’ya ev ödevlerinde yardım ediyordu. Ama bir söz veya yazılı bir metin onda duraklamaya kekelemeye yol açıyordu. Anlayamıyordu. Öylece durup kalıyordu. Duru sayfalar dolusu bir metni okurken zorlanmasına rağmen o metinde geçen olayı görsel bir şablonda, bir resimde rahat bir şekilde anlayabiliyordu. Duru yalnızca derslerde başarısız değildi. Aynı zamanda günlük hayatta da birçok sıkıntı yaşıyordu. Okula giderken veya okuldan eve döndüğünde her zaman bir yerde eşyasını unutuyordu. Arkadaşından aldığı silgiyi, kalemi ona tekrar geri vermeyi unutuyordu. Ayrıca bir yere odaklandığında veya dikkatini herhangi bir nesneye verdiğinde gözü ondan başka bir şey görmüyordu. Ayla öğretmen Duru’nun odasına girdiğinde sanki onun hayal dünyasına girmiş gibi hissetti. Yerde, masada hatta duvarlarda bile resimler vardı. Yatağının baş ucundaki duvarda samanyolu hemen onun yanında da uzayın derinliklerinde süzülen bir kuyruklu yıldız vardı. Sonuç olarak Ayla öğretmen Duru’nun durumunu büyük ölçüde çözmüştü. Duru’nun görsel hafızası görsel hayal gücü çok geniş ve çok güçlüydü. Yazılar ya da dilsel ifadeler, sayılar, matematiksel formüller onun için Ağrı Dağı’na çıkmak gibi bir şeydi. Onun için öğrenilmesi anlaşılması güçtü. Tabi onun tüm bu eksiklikleri düzelemeyecek bir durumda değildi. O da diğer çocuklar gibi Matematik, Türkçe gibi derslerde çok başarılı olabilir, hatta onlardan daha başarılı olabilir. Bunun için yapılması gereken şey: onun öğrenmesi için ihtiyacı olan zamanı ve fırsatı sağlamaktı. Ama o zaten çok yetenekli özel bir çocuktu. Kim bilir belki içinde keşfedilmeyi bekleyen ne cevherler vardı. Öğrencileri tek bir dersin sonucuna göre not vererek değerlendirmek değil, önemli olan onların yeteneklerini açığa çıkabilmeleri için özgür bir ortam sağlamak. Onları tanımak, ne hissettikleri anlamak, akranlarıyla kıyaslamamak. Neticede her çocuk özeldir farklıdır. Herkesin öğrenme kapasitesi veya metodu farklıdır.1
“ HER ÇOCUK BİR GÖKKUŞAĞININ RENGİ GİBİDİR. YEDİ RENGİN YEDİSİDE AYNI OLACAK DİYE BİR KURAL YOK.”
İYİ OKUMALAR