Saat bire geliyor. Ve ben şuan sadece yazmak istiyorum. Şu yutkunamadığım şeyleri kusmak için can atıyorum.
Mesele ne mi. Mesele benim. Benim bitmek bilmeyen sindiremeyişlerim. Hep aynı kıskacın ucuna takılıp durmak. Bir insan hep aynı yerde mi düşer. Bu kadar da olmaz dediğim an işte tam da o kadar oluyor. Hep daha fazlası takılıyor ayağıma. Ben bu duygularımın önüne geçebilecek kadar güçlü sanarken kendimi meğer her seferinde bir top ateşin önüne atıyormuşum kendimi. Yalnız bundan benim hala haberim yok. Bence hiç de olmayacak. Bir şey kafama dank ettiğinde herzaman geç kalmanın altında eziliyorum. Ben bu döngüde yuvarlanıp duracağım sanırım. Şimdi koşmaya başlasam. Sanki çok uzağa kaçabilecekmişim gibi. Bedenim nereye giderse gitsin aklım da kalbim de içimden atamadığım o hislerin peşinde. Ben bu hislerin gölgesinde kalmamak için kendimi hep bir yerlerde unuttum. Saklanınca geçecekmiş gibi. Susunca gidecekmiş gibi. Bunu bile beceremedim. Beceremiyorum. Ne derseniz deyin. Anlatmaya kalksam anlatamam. Bir söz söyleyin desem dinleyemem. Hayır bilsem ki bu son. Bu son çıkış. Mutlu son. İnanın yerimde duramam. Ama sonuç ne. Başım iki elimin arasında. Hayat bana bakıyor ben hayata. Ee insan kabulleniyor bir yerden sonra. Artık bir cafe gibi oluyorsun. Gelen kahvesini alıp geçip gidiyor. Sen her gelene ışıldayan gözlerle bakıyorsun ama o senin varlığını sadece bir kütle olarak görüyor. Halbuki ben şekerli bir kahvenin peşindeyim. Herkes acı sever ben tatlıdan yanayım…
Sanırım ben doğru cevabı hep yanlış şıkta aradım…