Herkesin tutuklu olduğu belli bir zaman vardır hayatta. Hapishanemizi kendimiz inşa eder, parmaklıkların arkasına da kendi içsel nedenlerimizden dolayı tıkarız kendimizi. Kalacağımız süreyi girmeden belirlemişizdir zaten. Girince de suçlu başkasıymış gibi davranmayı severiz, kolayımıza gelir belki de.
Kendi hapishanesi içinde herkes mahkûmdur, mahkûmiyet nedenlerimiz farklı olsa da. Kimi bir başkasına karşı işlediği suçtan, çoğu da kendisine verdiği zarardan dolayı. Bu yüzden de parmaklıklar aynıdır ama parmaklıklar arasındaki mesafe farklıdır. Başkasına verdiği zarardan dolayı hapsolmuşlar kaçamazlar zaten. Hem aralığı dardır parmaklıkların hem de yakalanıp geri koyulurlar. Kendisine verdiği zarardan içeride olanlar ise aralığı fazla olan parmaklıklardan kurtarabilir kendini ve özgürlüğüne kavuşabilir, tabii buna gücü varsa..
Peki neden hapseder kendini, kendi hatasından dolayı insan? Ya sahip olduğu vakitlerin değerli olduğunun farkında değildir ya farkına varma gücü yoktur ya da en kötüsü, gücünü ortaya çıkarmasına yardım edebilecek birine sahip değildir. Bunların hepsine sahipse de ne mutlu ona, özgürlüğünü yaşamaya devam edebilir.
Bunlara sahip olamayanlar da; boşa koysam dolmaz, doluya koysam almaz diye düşünmeden, her vaktin kıymetini bilmeli ve kendini gerçekleştirmeye çalışmalıdır. Kendi olamadığı emanet vakitlerde, ruhunu hapsetmeye mahkûm bırakır yoksa. Ruhu da parmaklıklar arkasında hapsetmek imkansızdır. Oradan fiziksel olarak kurtulabilir sadece, ruhsal bir kurtuluş sanıldığı kadar da kolay olmaz ruhu hapsolmuşlar için.
Herkes gibi hapsolduğu zamanları vardır ruhumun. Kurtuluşu da hapsolma nedeni kadar benim elimdedir. Değerli zamanımı değersizleştirdiğimde karamsarlaşır ruhum ve bu karamsar ruhumu kağıda dökerek özgürleştiririm. Benim özgür olduğum an, değerli anlarımı kağıda kaleme hakim olarak geçirdiğim andır. Ruhumun hakimiyeti de ona teslim olmuştur. Parmaklıkların aralıklarıyla uğraşmaya gerek kalmaz. Hapishanenin kilidi yazıya dökülenlerde saklıdır.