‘Sanatçının yapıtlarını sev ama orada kal’ diyenlere inat yapıtın mimarını eserin içinde aramak, onunla bütünleşmek, onun karakterleriyle vücut bulan sesini duymak, onu yakınında hissederek tanımak ister bazı okurlar. Ben de onlardan biriyim sanırım. Bu nedenle okuduğum kitabın üzerine yazı yazmaktan alıkoyamam kendimi. “Okuma öğrenilmesi gereken bir faaliyettir. “der Nabokov. Her okurda okuduğunu sindirmeye hazır bir hücre vardır çünkü. Adalet Ağaoğlu’na göre ise yazar nasıl emek harcamışsa okur da öyle emek harcamak zorundadır. Okuru edilgenlikten kurtarmak ve yukarı çekmek ise yazarın görevidir. Yazar için yazmak eyleminden daha öğretici bir şey yoktur. O zaman emek harcayan okurun da bu öğrenilene ortak olması gerekmez mi?
TRT deki görevinden ayrıldıktan sonra hayatın dili dediği sanatının diliyle yazar Ölmeye Yatmak adlı ilk romanını Adalet Ağaoğlu. Dar Zamanlar Üçlemesi olarak üç kitapta toplar hikâyesini. Ölmeye Yatmak romanında yakın tarihin panoramasını sunarken Bir Düğün Gecesi’nde bu panoramanın iç seslerini ve gözlemlerini okurun heybesine koyar. Üçlemenin son kitabı olan Hayır’da ise; tamamen iç hesaplaşma ile kahramanı Aysel’i karşımıza tekrar oturtturur. Ölmeye Yatmak’ın Doçenti Aysel, Hayır’da Profesör Aysel Dereli olarak karşımızdadır. Kadın kimliğinin yanı sıra aydın kimliğini sorgular ve sorgulatır bize. Tarihimizin dönüm noktalarındaki (Cumhuriyetin ilk yılları, 68 öğrenci olayları, 80 darbesi…) kavşaklarıyla okurun kucağına bıraktığı tarihi belek değildir sadece. Onun merkeze koyduğu şey; zamana, topluma, bireyin kendisine karşı yaptığı başkaldırıdır. Başkaldırı için sadece politik eylem yeterli midir? Soran, sorulmayanı sorduran, gösteren, yapılmayanı yapan sanatın bunda rolü yok mudur? ”İnsanın düşünsel faaliyeti derinleştikçe, sesinin de derinlerden, boğuklaşmış olarak gelmesinden doğal ne var? ”İşte bu da sanatın yarattığı başkaldırı…
An dediğimiz şey kısa süreye hapsolan zamandır. Yaşamın amacı ise bizi biz yapan anları yakalamaktır. (Ama anlara hapsolmadan…) Bu kısa sürenin dünü, şimdisi ve geleceği vardır. Dar Zamanlar üçlemesinde işte bu an’lardan yola çıkar Ağaoğlu. Salt günlük yaşamın içine sıkışıp kalmanın, hayatı anlamlandırmadaki eksikliğidir dikkat çektiği. Bireyin nasıl KİŞİ olabileceğinin vurgusu üzerinde dururken bir anlamda insanı ameliyat masasına yatırır. (kendi deyimiyle) Onun hikâyesine girmiş olan her karakterin bir misyonu vardır. “…sahneye boşu boşuna kapı açsın, bir tabak kaldırsın diye sokmadım onları” Hayatta suçlu olan şey zaman mıdır? Zamanın bizi birbirimizden ayırması bize bizi sorgulatması suçlu olması için yeterli değil midir? Belki bu nedenle zaman tüm karakterlerden daha başkahramandır hikâyelerinde. Kendilerini zamanla bütünleştirememiş karakterlerine toplumu sorgulatırken de suçludur zaman. ”Bizler keşfedilmemizi bile başkalarına bıraka bıraka keşiften yoksun bir toplum olduk.”
Üçlemede en çok intihar izleği üzerinde durur. İlk kitap bir otel odasına intihar etmeye gelen Aysel’le, ikinci kitap da ise kardeşi Tezel’in ‘intihar etmeyeceksek içelim’ sözüyle başlar. Üçlemenin son kitabında ise artık yaşlanmış, değişimini biraz da olsa tamamlamış ama hesaplaşması bitmemiş Prof. Aysel vardır karşımızda. İçindeki öfkesi ve hayal kırıklığıyla… Üzerinde çalıştığı konu ise Aydınların İntiharları ve Geleceğin Başkaldırısıdır. Yazara göre intihar güçlü bir başkaldırıdır. Güçsüzlük veya kaçış olarak değerlendirilmemelidir. “Herkes yaşadığı kadar öldürür kendini.” Başkaldırının her çeşidi insanın hakkıdır. “Gene de üzerinde düşünmüş olmam intiharı ne onayladığım ne de onaylamadığım anlamına gelir. Hayatın gerçeklerinden biri olduğunu görmezden gelemem ben de. Olmayanı yazamam zaten.” İntihar tarih boyunca pek çok düşünürü, yazarı yakından ilgilendirmemiş midir? (Zweig, Kleist, Woolf…)
“Hayat değişecekse, kendini değiştirebilenlerle değişecek, yineleyişe ayak uyduranlarla değil, yarını şimdide yaşayanların, şimdiyi yarının ışığında görebilenlerin sayısı artıkça, yani varoluşun sorgulama alanları genişledikçe, gelecek zaman aydının daha çok sayıda kendini öldürebileceği varsayımı neredeyse kesinlik kazanıyor.” Ama her şeye rağmen hayatın içinde başkaldıran, direnen, sisteme yabancılaşan, yalnızlaşan ve bu yalnızlığıyla yaşamayı öğrenen insan daha güçlüdür. O yüzden Hayır’da Aysel intihar etmemiştir. Gerçi belirgin bir son yoktur. ”…artık kendimle yüz yüzeyim; rahat değil, ama bunda insanı bağımsız kılan bir yan var; yeryüzünün tek benzersiz şiiri.” Bu yüzden hikâyenin devam edeceği hissini taşır okur. Yaşamın döngüsünün devam etmesi gibi…
Cumhuriyetin getirdiği kazanımları kavramaya çalışan, bir taraftan da halkın aydın dediği bürokrat sınıfına çarparak gerileyen toplumun tüm çıplaklığıyla yansımasıdır karşımızdaki. Sürekli ‘batılı ol’ denilen bir kuşağın ataerkil doğu kültürü altında ezilişi, arada kalmışlıkları, ne doğulu ne de batılı olabilen bu kuşağın kendini arayışı… Yazarın bunları kadın üzerinden yapması da anlamlıdır. Tüm bu karmaşayı, bir yerlere ait olamamayı, tüm bocalamaları en çok kadınlar çekmemiş midir zaten bu coğrafyada… 1992’de Cumhuriyet gazetesinde Mevhibe İnönü hakkındaki yazısında; “…daha dün Arapça yazarken ertesi gün Latince alfabeyle okumaları, yazmaları gerekenler, elin adamlarıyla dans ederken dozu ayarlamaları kendilerinden büyük ustalık isteyenler, yaşmağı çarşafı atsalar da, giyinik görülebilenler…”diye yazar. İkircikli dünyada yaşadıkları devinimi tamamlamaya çalışan kadınlardır bunlar… Aysel gibi başkaldıran ama yalnızlaşan, içkiye sığınan ve kendini arayan kardeşi Tezel ya da doğunun kapısından hiç çıkamayıp devinimin arkasında kalan, kaldırılan kadınlar…
Toplum olarak bugün hala geçmişin an’larında sıkışıp kalmadık mı? Değişen (gelişen) onca şeye rağmen değişimin sadece adına sahip olan bizler gerçek anlamda hür bireyler olmayı başarabildik mi? Erkeği ve kadınıyla ikircikli dünya arasına sıkışan, kendince başkaldıran, varoluşunu sancılı tamamlayanlardan (tamamlayamayan) farkımız var mı? Sadece kadın ya da erkek sorunsalı değildir bu… İnsanın KİŞİ olabilmeyi başarıp başaramama sorunudur. Yol almamız gereken çok başkaldırı var daha… “Ben niye konuşuyorum bunları? İşte yazabildiğim kadar yazdım ya?” der Ağaoğlu 1988 deki röportajında. Yazar anlatabildiği kadar anlattı da okur onun yolculuğuna çıkmayı başarabildi mi?” Selim İleri’ye göre; “…iyi okurun bazen kaçınamayacağı bir sırt vardır. Oraya çıkmayı göze almadan edebiyatın kılcal damarlarına girmeyi hayal bile edemeyiz… Ana damarlarda akanları biliyoruz da, asıl keşifler kılcal damarlara çıkılan yolculuklarda yapılır. ”
“ Günün başlangıcı istektir, umuttur, bir savaş çağrısıdır, vazgeçiştir, iyimserlik, kötümserliktir, açık bir kapı, karanlık bir dehlizdir.” İnsan bellek ve düşten ibarettir. Hepimizin kafasında olmak ve yaşamak istediğimiz bir insan özlemi vardır ki tüm ideolojiler, sistemler salt özlediğimiz bu insana kavuşmak içindir. “…varoluşundan ve birlikteliğinden hoşnut kalacağınız insan nasıl olmalı?” Yazar Aysel’i hikâyenin sonunda kavuşturur bu insanla(hayali yarattığı Yennis). Aysel, yaşamak istediği kişiyi bulmuştur bulmasına da… Ya biz…
Tıpkı bizim de kahramanımız Aysel gibi Sisyphos efsanesini artık bir başkaldırı olarak görmekten vazgeçmemizin zamanı gelmedi mi? ”…neden tanrıların gazabına karşı, yenilmezliğimizi-umudu-kanıtlamak için aynı taşı yeniden yeniden yukarıya taşıyoruz? Yeni bir noktaya gelinmişken sürdürmek varken, biz aynı taşı yeniden tanrıları oradan kendi katlarından neden aşağı indirmiyoruz?” Her durumda özgür kimliğimizi koruyabilmek ancak edimle söylenebilecek şu iki sözcüğe bağlıdır Ağaoğlu’na göre; “Yinelemeye hayır… Aynılaşmaya hayır.”
İnsanın özgür olduğu ve içinde yaşayabildiği tek dünyadır sanat. Bu dünyada yaşayan yazarda dileğini kaleminin sihirli dokunuşuyla okurun kulağına fısıldar: “…dünya herkesin kendi adına karar verebildiği bir yer olsun. Hür varlığın unutturuluşu sona ersin. ” Bu hepimizin düşü değil midir? Hiçbir düş, hiçbir tasarı, hiçbir özlem sandıklarda kalmamalıdır. Orada kaldığı sürece hiçbir anlamı olmayacaktır. Evet, sanatın dili başkaldırısını yapmıştır. Ama okur olarak keşiflerimizden öğrendiklerimizi heybemizden çıkarmadığımız sürece edebiyatın(sanatın) bu başkaldırısının bir anlamı olacak mı? Bizler yinelemeye devam ettikçe de olmayacağı ortada değil mi? Bugünden baktığımızda, değişmeyen onca şeyi düşündüğümüzde… Ben niye konuşuyorum bunları?
Kaynaklar:
Ölmeye Yatmak, Adalet Ağaoğlu, Everest Yayınları
Bir Düğün Gecesi, Adalet Ağaoğlu, Everest Yayınları
Hayır…, Adalet Ağaoğlu, Everest Yayınları