Uyandım. Yağmurlu bir gecenin sabahına uyandım. Ağzımda garip bir tat, pencerenin dışında garip puslu bir ortam. Hiç de sevmem böyle havaları. Evimin karşısındaki kaldırımda saz çalan yaşlı bir amca. Her gün aynı şarkıyı defalarca çalıyor, çalıyor, çalıyor… Bu da gelir bu da geçer… Sahiden geçer mi? Geçse de kalmaz mı tortusu eski korkularımızın? Göreceğiz. Birlikte. Yürüyorum içimde sahte sevgilere beslediğim lanetle sokak sokak cadde cadde yürüyorum. Yağmur hızlandı. İlk gördüğüm kafeye girdim. Düşüncelerim arasında kaybolurken sordu garson ‘’Ne içersiniz ?’’ Her zamanki gibi papatya çayı istedim. O an düştü aklıma; neydi beni bu kadar düşündüren? Aslında cevabı biliyordum, ama itiraf edemiyordum. Hoş etsem de yine aynı hataları tekrarlayacaktım ya neyse. Çayımdan bir yudum alıp koyu mavi düz renkli tablamdan sigaramı çıkardım ve dudaklarımın arasına yerleştirdim. Derin bir nefes alıp üflediğim esnada aklıma düşüverdi geçmişte kaçıp şimdiyse hala kuyusunda olduğum saklı düşüncelerim. Geçmişte kaçtığım şey düşüncelerim miydi yoksa kendimden mi kaçıyordum ? Eğer kendimden kaçıyorsam neden kaçıyordum ? Ben kimim ? Ben aslında çevremdeki insanların bildiğinden çok daha fazlasıydım. Biliyordum. Sadece kendi içimdeki fazlalığı bulmam gerekliydi. Ya ben bir fazlalıktım ya da vardı bir fazlalığım. Neyse bu düşüncelerde boğulmak için hiç uygun bir zaman değil, bir an önce evime dönmem gerek. Hoş evime gitsem evimde yine bir ben bir kendim…
Yeni bir gün Kasım’ın sonlarına geldik ancak bugün hava düne göre daha güneşli, daha açık. Güneş eski bir dostunu selamlar gibi selamlıyordu bizi. Öylesine samimi bir o kadar da hüzünlü.