Başkasın
2. Bölüm
…….. diye anlatıyordu genç kadın. Gerçek aşkı bulduğuna, tüm kalbiyle inanıyordu adeta. Sanki vuslata ramak kalmıştı. Sevdasına sahip çıkışı; bir kumru misali, gerçek sevenlerin aşkıydı. Bu aşkta; yalan ve yanıltma yoktu. Birbirlerini asla üzemezlerdi. Uzak diyârlarda kalamazlar ve asla ayrılmazlardı. Biri olmadan, diğeri yaşamayaz; ölürdü, kumru misali. Kadın kararlıydı.. Bu aşkı ölümsüzleştirmeye ve de sonsuzluğa götürmeye. . Nasılsa alışmıştı artık, her şey ile mücadele etmeye. Aşkı için de göğsünü, her türlü zorluğa karşı siper edebilirdi. Korkusu yoktu, hiç birşeyden çekinmezdi çünkü. Onun için önemli olan; başkalarının doğruları değil, kendi doğruları idi. Fikirlere örem verirdi. ancak, yine de kendisi için; ne doğru ise; onun doğrusu da oydu. Ukalâ ve bencil insanları sevmezdi. Çünkü, kendisi dürüst ve hakkaniyetli biriydi. Bu özellikleri, o büyük sevdasına da yansımıştı. Onu farklı yapan da; bu özelliğiydi, sevdasının gözünde. Yalanı olmayan, basit bir karakter sergilemeyen duruşu. Sevdiği adama göre; asaletin ta kendisiydi sevdiği kadın. Tam da arzu ettiği gibi.. Hayalden uzak ve de gerçek bir sevdaydı ona göre. Böylesine kutsal bi aşkta; sadâkatten ödün verilmemeliydi. Riyakâr olunmamalıydı. Çünkü, bu aşk; en kutsalından ve de en özelinden bir sevdaydı. Özlemini vuslata kadar sürdüren, ilk heyecanından; hiç bir şey kaybettirmeyen, yaşanılası bir duygu seli olmalıydı bu aşk. Öyle ki, insan her şeyi yalnız yaşayabiliyorken; böylesine büyük bir aşkı, tek başına yaşamak yani platonik.. Demem o ki, uzaktan ve karşısındakinin haberi olmadan. Ne kadar acı verir insana. Özellikle de; seven bir aşığa.. Aşk; bu şekilde tanımlanmakta ise de; uzaklığın dışınkaki, ” kıyamamak”, “incitememek” .. gibi durumlarda hem fikirdir tüm sevdalılar. Ancak; Aşkın tanımında geçen uzaklığa karşıdırlar. Bir insan, büyük bir sevda otağı varken; neden aşkını uzaktan izleyerek yaşasın ki.. Bu düşünce yapısında olan genç kadın da, duygularına göre; en kutsal aşka sahipti. O, sevdasını doya doya yaşayacaktı. Çünkü, yüreğinin enginliğine, sevdiği adamın da sadâkatine güveniyordu. Adeta, bal kahvesi gözlerinin içinde kayboluyordu. “Kadınım..” dediğine öyle bir bakıyor du ki, sanki sevdasını; o gözlere bir ayna misali yansıtıyordu. Kalbi de, gözler misali; tüm küllenen aşkı, alevlendirmeye yetiyordu. Ya, o buğday tenli kadının, aşkla atan kalbi.. Sevdiği adama hitap ediyordu. Her ikiside adeta, manevi aşkın sınırlarını zorluyorlardı. İhanete ve hainliğe yer vermeden .. Çevrelerindeki tüm olumsuzluklara set çekerek, aşklarını yermeden .. Tüm engelleri bir bir parçalarcasına.. Büyük aşkta; kural ağırdı. Ödün vermek yoktu. Çünkü, bu aşk sıradan bir sevdaya ait değildi. Gerçek sevdaların destanıydı. Özlenen ve de beklenen hasretliğin türküsüydü. Belki, dilden dile, nesilden nesile anlatılacak bir aşktı. Belki de, genç kadına göre; aşkı vustlatta yakalayabilmekti bu sevdanın büyük sırrı. Ancak, aşka dolu dizgin bu yüreklerin, belkisi yoktu. Bu sevda adına, hesap verecekleri birileri de yoktu; ilahi güçten başka.. Genç kadın öylesine inanıyordu ki, genç adamın bal kahvesi gözlerindeki aşka, merhamete.. Kendinden de son derece emindi. En çok da; büyük sevdasına baş koyduğu, yüreğine güveniyordu. İhanet geçmezdi yüreğinin aklından, hainlik asla.. Artık, o zümrüt yeşili gözlerinden, elem gözyaşları akmayacaktı. Hasret kalmayacaktı bir daha sevdasına.. Boş gözlerle bakmayacaktı aşka.. En büyük eseri; sevdasıydı genç kadının.. Bir sanatçı misali. Aslında, sanat olan; kadının ta kendisiydi. Kadın; sanattı. Gerçek sanatı da, tüm yönleriyle görebilmek de; gönlünü adadığı, sevdiği adamın gönül gözünde saklıydı. Tasavvufla, hûşu içinde. Mesnevide; büyük bir huzur kepenginde. Sâfa; ona huzur veren, vefâ da; sevdiği kadına asla ihanet etmeyecek yağız delikanlıydı. Sanki; bir beyitin, koşuk biçimiydi; uyum ve ahenkleri. Her yönden; birbirlerini tamamlıyordu aşkları. İkisinin de gözlerinden okunuyordu; bunca yıl hasret kaldıkları ve özlenip de gelen sevdaları. Her bir zerrede; edebi olan sevgilerinin, ebedi olmasını da diliyorlardı; o aşk kokan yürekleriyle. Belki de; konuşmalarına gerek bile yoktu, onlardaki o anlamlı gözler olduğu sürece. Birbirlerine bakışları; engin suların çağlarcasına, aşk dolu yüreklerin de birbirini karşılarcasına.. Anlık bakışları bile, aşka dair çok şey anlatır gbi .. Onlar; aşkla gülen gözlere sahipti. Bir de tarifi imkânsız, birbirlerinin hasretinden, aşk ateşi ile yanmış yüreklere.. Zamanın yaşanan sevdalarından değildi aşkları. Zaman öncesi, hiç değil. Zaman ötesi gibi bir şeydi bu aşk. Sanki; bu dünya alemi değil de, bambAŞKa bir diyârdı, aşklarının yaşandığı yer. Rüzgârın; savurup da, uçurduğu sarı saçlarına, dokunmaya bile kıyamıyordu genç adam. Büyük bir özen ile sevdiği kadının saçlarını, yüzüne değdirdiğinde; ” demlenmek üzere sevgiler. Esmeden rüzgâr; kavuşamazmış sevgililer .. ” sözlerini dedirtircesine, rüzgâra olan minnetini yüreğinden geçirdi. Sevdasının ipek saçlarını öpüp, doyasıya kokladı. Genç kadında, zümrüt yeşili gözleri ile sevdasına bakıyordu. Hem de gözünü kırpmadan, büyük bir aşk ile. Sevda kokan bakışlardı. Bu bakışlar; bambAŞKaydı. Genç kadın, başını bir anda sevdiği adamın göğsüne yasladı. Genç adamın kalbi; adeta aşk melodisi mırıldanır gibiydi. Aheste aheste .. Huzurla.. Sevdasının sıcaklığını, ta yüreğinin derinliklerinde hissediyordu. Birbirlerine sıkıca sarılıvermişlerdi. Genç adam, sevdasının incecik belinden tutmuş, kadın da, narin ellerini, genç adamın omuzlarına atıvermişti. O an, her şey durmuştu sanki. Dünya, sadece ikisi için dönüyordu.