Tik tak, tik tak, tik tak… Gri ve mavi arası bir renkle boyanmış duvarda duran saatin bu tek düze sesi, başka bir ses olmadığından dolayı düzenli ve ritmik ilerleyişine tezat bu küçük evde uyumsuz bir düzensizlik hüküm sürmekteydi. Evin de yeterince büyük olmamasından sebep, bu düzensizlik daha da fazla göze batıyor ve dışardan bakan bir gözü bile bunaltmaya yetiyordu. Ama kimse de toplamaya yeltenmemişti günlerdir. Evde bir başına yaşayan yaşlı kadınında toplayası gelmemişti doğrusu. Sabah kalktıktan sonra masanın üstündeki aynanın karşısına oturup kendini seyrediyordu saatlerce. Tek kelime ettiği de kalkıp dışarı çıktığı da yoktu. Eli ayağı henüz tuttuğu halde yemek hazırlamayı bile unutuyordu bazen. Hoş hazırlasa da yiyesi pek gelmiyordu. İçi almıyordu zira, karnının üstüne adeta bir karabasan gibi oturup senelerdir kalkmayan o kara yalnızlık, midesinde ki açlığı hissettirmiyordu ona. Ama bu gidişle zayıf düşmesi an meselesiydi.
Bir yarım saat kadar sonra gün tamamıyla doğmuş, pencereden girip içerisini aydınlatan Güneş’in ışığıyla birlikte içerideki dağınıklık daha da görünür olmuştu. Etrafta toz zerreleri uçuşuyor, kimisi karşı duvara yaslı yeşil kadife kanepenin üzerine süzülerek konuyordu. Kanepenin üzerindeki el örgüsü battaniyenin kenarı, bir ucu katlanmış eski Isparta halısının üzerine doğru kaymıştı. Yerdeki küçük kırlentlere konup vızıldayan sineklerin sesi de saatten gelen sesi bastırmaya yetiyor olsa bile yaşlı kadın onları duymadı hiç. Kulağı hala saatin ritmindeydi. Bir kalbindeki ritmik sesi dinliyor, bir de saatin sesini işitiyordu. Duvardaki saatin pili ne zaman bitecekti? Peki ya onun göğsünün içindeki saatin pili? Tanrı ne kadar ömür biçmişti ona? Çok yaşamıştı, daha fazlasını istemiyordu artık. Belki de annesinin duaları kabul olduğundan bu kadar uzun süredir yaşıyordu. Her su içişinde ‘Sular kadar ömrün olsun’ diyerek dualardı onu. İyi mi etmişti kötü mü etmişti bilemiyordu. Tek bildiği artık yaşamak uğruna bir amacı olmamasıydı. Oysa onun yaşındaki insanlar, yaşı ve tecrübesinin de getirisiyle hayattaki yeri ve amacını biliyor, sessiz sakin ölümlerini bekliyordu. Fakat o ne yöne gideceğini bilemeyen bir avareye dönüşmüştü yaş aldıkça. Bunda çok yalnız kalmasının sebebi de vardı. Eşi Salih Bey ölüp çocukları da evlenip gittiğinde ne yapacağını bilemez olmuştu iyice. İçinde açılan koca kuyuyu doldururum sanrısıyla kimi zaman farklı işleri aynı anda yapmaya çalışmış olsa bile fayda etmemişti hiçbirisi bu yalnızlığa. Yaşıtlarıyla tek ortak noktası da ölmeyi bekliyor olmasıydı. Geçmişteki güzel günlerin gürültüsü gitmiyordu bir türlü kulaklarından. Hep eşi ve çocuklarıyla geçirdiği o eski günleri, bazense cıvıl cıvıl olduğu ilk gençlik yılları durmazcasına kendini anımsatıveriyordu.
Aslında sandığının aksine yalnız da değildi. Anılarının onu bir başına bıraktığı yoktu senelerdir. Ama sebep bu ya, geçmişin tatlı anılarını ince bir sızıyla hatırlayan her insan gibi içindeki acıya gözle görülür bir gerekçe arıyor, adına da yalnızlık diyordu. Hem elle tutulur bir sebep olunca bir nebze olsun içi de rahatlardı insanın, o da kendini onu yalnız bırakma pahasına gidenleri suçlayarak rahatlıyordu.
Günlerdir hiç bakmıyormuş gibi uzun uzun baktı yüzüne. Buruş buruş olmuştu artık ten gülünce ufalan koyu gözlerinin kenarı kırışmıştı hep. Ama onu en çok üzen şey saçlarının beyazlamasıydı. Simsiyahtı gençliğinde, hangi ara bu kadar solmuştu tüm renkler? Belki de insan hiç fark etmeden solup gittiği sırada yalnızca aklında kalan anıların renkleri kalıyordu. Öyle ya, yoksa nasıl hatırlayacaktı eşinin onu bu eve getirdiği ilk günü?
Gençken mutlu, küçük bir yuvası olsun isterdi, istediği gibi de olmuştu. Salih Bey, yaşamı boyunca Ayşe Hanım’ı mutlu etmiş, herkesten çok sevmişti. Evlendikten sonra ilerini tamamıyla yoluna koyduğunda da bu evi alarak sürpriz yapmak istemişti ona. Birlikte dayayıp döşedikten sonra da Salih Bey, arkadaki yeşil kanepede Ayşe Hanım’ın dizlerine yatmış rahat bir uyku çekmişti birkaç saat. Ne güzel günlerdi o günler, etraf kalabalık, insanlar güler yüzlüydü. Şimdi herkes bir güler yüze, bir çift tatlı söze muhtaç kalmıştı. Ayşe Hanım’da o muhtaçlığı çektiğinden huysuz bir kadına dönüşmüştü zaman geçtikç
Aynada gördüğü beyaz saçlı kadın artık ölsün ve yalnızlığıyla birlikte unutulsun istiyordu. Çocukları da kendilerini kurtarmıştı nasılsa, ölümün ardından birkaç gün üzülür, sonra unuturlardı. Onun gibi geçmişi hatırlayıp kendilerini kahredecek değillerdi ya. Çok gençlerdi bunun içim. Yürüyecek çok yolları vardı.
Aynanın önünden geçip masanın kıyısındaki kırıntıya giden böceği dahi fark etmeden birkaç saat daha oturdu öylece ve bir ‘Ah’ çekti derinden.
Akıp gidiyordu her şey usul usul, çağıl çağıl çağlayan nehirler, nasıl geçmiş anlaşılmayan zaman, yaşamak için boğazından geçen su bile akıp gidiyordu hiçbir şeyi sezdirmeden. Suçladığı yalnızlığı da gözlerine biriken yaşlar olup akıp gitti Ayşe Hanım’ın teninden biraz sonra ve yine saatin tik tak sesleri duyuldu bu boş salonda…