Bugüne kadar hayvanat bahçesine gitmeyenimiz yoktur, amacı; çocuklara hayvan ve doğa sevgisini aşılamak olan hayvanat bahçeleri günümüzde hayvanların doğal yaşamlarından alınıp biyolojik ve fizyolojik açıdan uyumlu olmadıkları ve etrafı teller ile çevrili bir alana konuldukları tabiri caizse hapsedildikleri yer haline gelmiştir. Doğal yaşam alanlarından biz insanların bencil düşünce yapısı yüzünden koparılmış olan hayvanların gözlerine dikkatle baktığınızda içlerine yerleşmiş olan hüznü kolaylıkla fark edebilirsiniz. İnsan vicdanını zedeleyen bu durum günümüzde halen yer yer sorgulanmaya devam edilmektedir.
Bundan yaklaşık 60 sene önce medeniyet ve insan hakları öncüsü olarak tanınan Avrupa büyük bir utanca imza atmıştı. Duyduğunuzda bile inanmakta zorlanacağınız büyük bir ırkçılık ve insanlık ayıbı olarak adlandırılabilecek bu olay Avrupa’nın göbeğinde insanların sergilenmesi ile başladı. Afrikalılar başta olmak üzere; Uzak Doğulular, Eskimolar, Tatarlar, Kızılderililer, Hintliler ve Aborjinler gibi birçok batılı olmayan etnik gruptaki insanlar tıpkı hayvanlar gibi kafeslere kapatılıp insanların ziyaretine açılmaktaydı. ”Human Zoo” olarak adlandırılan bu insanat bahçeleri Batı Avrupa’nın en utanç verici olaylarından biridir.
İlk olarak 1874’te Avrupa’nın en ünlü hayvanat bahçesine sahip olan Carl Hagenbeck tarafından kurulmuştu. Bu uygulamayı ilk yasaklayan ise şaşırtıcı bir şekilde Adolf Hitler olmuştur. Bahçesinde bulunan hayvanların arasına insanları da eklemeyi düşünen Carl, Afrika’dan getirdiği yerlileri sergilemeye başladı. Bu sergilerdeki amaç; bir taraftan halkı eğlendirmek diğer taraftan onları beyaz adam ile kıyaslayıp ne kadar ilkel olduklarını göstermekti. Paris, Varşova, Hamburg, Barcelona ve Londra gibi önemli şehirlerde kurulan bahçeler halk tarafından da büyük bir ilgi ile karşılanmıştı. Bir anda popüler hale gelen bu gösteriler Amerika’nın da katılmasıyla daha büyük bir etki alanına sahip oldu.
Tüccarlar ve bahçe sahipleri kısa zamanda büyük paralar kazanmaya başladılar, gezici hayvanat bahçeleri kuruldu. Hayvanat bahçelerinde teşhir edilmesi için yüzlerce kadın, erkek ve çocuk sanki nadir hayvan seçercesine batılılar tarafından seçilmişlerdi. Gemilerle taşınan yerliler kafeslere konuluyordu. Onları tanıtırken; ” Vahşi insanlar, ilkeller, insana benziyorlar, insanoğluna en çok benzeyen varlık, lütfen yiyecek vermeyin daha önce beslendiler” tarzında ithamlarda bulunmuşlardı. Tüm bu davranışları sergileyen sözde medeni Avrupa halkı bu olayı bırakın kabul etmeyi uzun yıllar boyunca bir sır gibi saklamış ve unutturmak adına tüm yollara başvurmuştu.
1889 Paris Dünya Fuarı’nda 28 milyon kişi bu farklı ırktaki 400 kişinin hayvan gibi çıplak ya da yarı çıplak sunulduğu gösterileri izledi. 1906-1921, 1900-1907, 1931 yıllarında da sergiler düzenlenmeye devam etti. İnsanlar adeta türüne az rastlanır bir hayvanı incelercesine sergilenen insanları izliyordu. Batılılar kendileri dışında dünyada yaşamakta olan toplumlara büyük bir merak besliyorlardı. Televizyon ve internet gibi teknolojiler çıkmadan önce turizm ve seyahatin neredeyse yok denecek kadar az olması da bu merakı arttırıyordu. Amerika’da 1896 yılında ”Sinsinat” isimli hayvanat bahçesinde Kızılderili bir kabile sergilenmişti. Yerlilerden bazıları bu işkence ve psikolojik şiddete dayanamayıp intihar etti bazıları ise sergilenirken öldü, şaşırtıcı bir şekilde ölenler de sergilendi. O dönemde yaşamış olan bazı bilim adamlarının görüşleri; ” Haftalardır bunların üzerine çalışıyoruz, bunların aklı aşırı derecede geri. Fevkalade saldırganlar ve hiçbir hisleri yok. İnsana en yakın vahşi örneği denebilir.” Şeklinde aktarılmıştır. 1931’de Paris’te Eiffel’in altında açılan İnsan Hayvanat Bahçesini 34 milyon kişi ziyaret etmişti. Eiffel’in altında açılan insan hayvanat bahçesinin tanıtımında “Fransa’nın medeniyet misyonunu gerçekleştirirken nelerle meşgul olduğunu keşfedin” yazıyordu.
Carl yaptığı sergiden övgüyle bahsederdi bir defasında 1874 yılında Japonya’da düzenlediği bir sergi sırasında Eskimolar hakkında ”“Bunlara insan denebilir mi? Karar veremiyorum. Renkleri kirli sarı, alınları çıkık, saçları kara ve burunları basık. Davranışları ise çok farklı.” ifadelerini kullanmıştı. Sami ırkından olan bu insanlar o kadar ucuzdu ki ren geyiği almak isteyen bir tüccara bir de yerli hediye edilmişti.
New York Times gazetesinde “Kabileden gelen maymunlarla aynı kafesi paylaşıyor.” başlığından sonra hayvanat bahçesinde izdiham yaşanmıştı. Herkes adından sıkça bahsedilen Ota Benga’yı görmek için hayvanat bahçesine adeta akın ediyordu. Ota Benga’nın boyu 1.49 metre, kilosu 46 kilogramdı. Yaşadığı yer olan Kongo’dan kaçırıldığında daha 23 yaşında olan Benga, 9 Eylül 1906 tarihinde New York Hayvanat Bahçesi’ne getirildi. Maymunlar ile aynı kafeste sergileniyordu. Ota Benga ve diğer 8 Afrikalı, kısa sürede Dünya Fuarı’nın gözdesi haline gelmişlerdi. Daha çok dikkat çekmesi adına Benga’nın dişlerini törpülediği de bilinmektedir. Daha önce köylerinden dışarı bile çıkmamış insanların kendi ülkelerine dönebilme ihtimalleri yok denecek kadar az olduğu için birçoğu salgın hastalıklarla boğuşurken hiç tanımadıkları ülkelerde can verdiler. Sadece tropik iklimler değil, Eskimolar da küçük bir soğuk algınlığında hayatlarını kaybediyorlardı; çünkü vücutları alışkın değildi ve hastalığı tanımıyordu. Sömürgeleştirdikleri ülkeleri vampir gibi emen batılı devletler iş orada yaşayan insanlar ile karşılaşmaya gelince onlara yaratık gibi davrandılar. Tüm bu insanlar bir hiç uğruna canlarından, ailelerinden ve vatanlarından olmuşlardı. Ne acı ki, bu ırkçılık anlayışı dünyada kendine yer bulmaya halen devam ediyor.