21. yüzyıla gelmemize rağmen hala insanoğlu olarak kendi öz benliğimizle ilgili sorulara cevap veremiyoruz. Kimiz biz? Neden dünyadayız? Bir amacımız var mı yoksa rastgele bir hayat sürmeye mi geldik? Milattan önce 7. Yüzyıldan bu yana insanların üzerinde çok düşündüğü, tarihteki toplulukların, ideolojilerin ve alanların tamamen farklı cevaplar bulduğu bu konuya isterseniz birde beraber göz atalım.
Dinin; ‘‘yaratıcıya ibadet etmek’’ diyerek özetlediği, felsefenin cevaplarıyla ilgilenmeyip sadece yolculuğa odaklanarak hayata sorgulamak için geldiğimizi söylediği ve dini reddedenlerinse hiçbir amaç uğruna var olmadığımız gibi aynı şekilde yok olup gideceğimizi savundukları bir konuda elbette ki bilirkişi gibi yorum yapmak haddime değil. Ama sizce de tüm bu bulgular fazla çelişkili değil mi? Felsefe sadece soru sorarken din böyle konularda sorgu kabul etmez. Vahiy ne derse odur. Kitabımızda ‘ibadet için’ diyorsa öyledir. Bazılarına göre hayat tam olarak bu. Daha fazlasını bilmeye ihtiyaç duymuyorlar. Oysa tüm bu kâinatın yaratıcısı neden bizim ibadetimize ihtiyaç duysun? Daha doğrusu neden sadece bunun için hepimizi birden ruhlarımızla birlikte yaratsın? Bu görev pekâlâ herkesin sadece akıl veya içgüdüleriyle yapabilecekleri türden bir eylem. Özellikle de buna programlandığımızı düşünürsek. Ama biz bir avuç robot değiliz ve tüm bu farklılıklarımıza, din ve düşünce ayrımlarımıza bakılırsa programlanmış da değiliz. Hz. Ali’nin bir sözü var:
“İnsan, bir çuval et ve kemikten meydana gelmiş basit bir varlık değildir. İnsan, bütün sırların kendisinde toplandığı komplike bir varlıktır.”
Aslında her şey kendi içimizde. Derinlerde bir yerlerde cevabı biliyoruz. Ama onu bir türlü çıkaramıyoruz. Ya da biliyoruz ama kabul etmeye cesaret edemeyişimizden belki sürekli inkâr ediyoruz. Çünkü biz insanlar hiç uğruna yaşayıp sonrasında da hiç var olmamış gibi ölüp gitmeyi kendimize yediremeyecek kadar egoist canlılarız. Kendimizi dağ gibi görsek de toz zerrelerinden pek de farklı değiliz açıkçası.
Peki bizi asıl korkutan ölüm kavramına bir değinelim. Tüm bu soruları doğuran aslında ölüm ne de olsa. Gerçek vazifemizi bulmak için belli bir ömür veriliyor, sonrasında bilinmezliğe doğru yola çıkıyoruz. Çoğu inanç ölümün aslında başlangıç olduğunu savunur. Yok olup gitmek gerçek bir açıklama olmamakla birlikte aynı sonsuzluk gibi, beynimizi ne kadar zorlarsak zorlayalım bu dünyada ve bu bedenle anlamamızın mümkün olmadığı bir kavramdır. Yani bir şeyin nasıl başlangıcı olmayabilir? Ya da nasıl tamamen yok olabiliriz? Bir şeylerin bitmemesi akıl sır erdirilebilir ama başlangıcının olmaması yeni bir renk üretmekten bile daha zor bir düşünce. Konudan fazla sapmaya başladım farkındayım.
Sorun şu ki hepimiz dünyaya eşit imkânlarla gelmiyoruz. Bazılarımız bundan dolayı yıllarını heba edip hak ettiği hayatı yaşayamıyor ama daha büyük düşünün. Karanlık çağları mesela. İnsanların sadece avcılık ve toplayıcılık yaptığı zamanlar. Evet artık hayatımızı vahşi hayvanlardan saklanarak ve avcılıkla geçirmiyoruz. Temel ihtiyaçlarımız artık problem olmamakla birlikte fikirlerimiz, hayallerimiz hobilerimiz ve mesleklerimiz var.
Hepimizin inancı farklı olsa da evrende sadece mutlak bir doğru var. Bu mutlak ne olursa olsun hepimizin bir şansının olduğu hayatımız sizce de koca bir haksızlıktan ibaret değil mi? Bu düşünce bizi eski bir mısır inancı olan ‘reenkarnasyon’ yani nam-ı diğer yeniden doğuş ifadesine getiriyor -biz biraz genel oldu farkındayım belki de siz tüm bu karmaşanın içinde doğrularınızı çoktan buldunuz.- tekrar tekrar dünyaya gelip sadece şekil değiştiriyorsak bir sonumuzun olması mümkün olabilir mi? İhtimaller bu kadar sonsuzken nasıl sona ulaşabiliriz ki. Etrafımızdaki bu insanları zaten tanıyor olabilir miyiz? Bu döngüye ne zaman başladı?
Ne kadar düşünürsek düşünelim cevabını bulamayacağımız bir sürü soru var. Belki de sadece ölümü beklemeliyiz. O zaman her şeyi anlayabilir miyiz?