Ordaydım… Rayların yanından sessizce yürüyordum. Yerden başımı kaldırdığım daha ilk anda gördüm onu…
Bal rengi gözlerinin arkasına küçücük boyundan büyük bavullar saklamış, hiç gelmeyecek bir treni bekliyor gibi bir hali vardı. Yükü de oldukça ağırdı. Küçük boylu, büyük bavullu uzaklara bakan bu kızı fark etmemem imkansızdı; ama her nasılsa benden başka herkes önemsemez görünüyordu varlığını…
Gözlerine bakmaya çekinerek gittim yanına. Anlaşılan tek başına beklemekten de çok sıkılmıştı, yüzlerce kişinin bulunduğu bu istasyonun kalabalığındaki sonsuz yalnızlığında ona eşlik edip edemeyeceğimi sordum korkutmaktan ürkercesine fısıldar gibi bir ses tonuyla. İnsanı uyandırmak için perdenin o küçücük aralığına gelinceye dek beklemiş sabahın ilk ışığı gibi parladı gözleri. Heyecanla olduğu yerde doğruldu. Benim onu görüp göremediğimi merak edercesine uzun uzun baktı yüzüme… Ben de bozmadım suskunluğunu.
Beline kadar saçları vardı, aralarından gözleri gibi bal renkleri geçiyordu. Bahar geçtiğinde onlar da solacaklardı, o da biliyordu. Kimbilir kaç kişinin gidişini, ilk gelen trene binişini izlemişti bu istasyonda? Kaç saat, kaç gün, kaç yıldır buradaydı acaba? Yorgunluğuna rağmen onu hiç terk etmediği her halinden belli gülümsemesi ile kimbilir kaç kez vedalaşmak ve sonra dayanamayıp barışmak zorunda kalmıştı? Ben bunları düşünürken dümdüz saçlarının uçlarında, rüzgarın şekil verdiği minik dalgalarının arasında korkmadan ilerliyordu elleri. Tam bu sırada ikimiz de derin bir nefes alıp, yıllardır tanışıyor gibi konuşmaya başladık.
Ne kadar da çok benziyorduk… Benim boşluklarım bir şekilde onunkiler ile tamamlıyor, güneş sıcaklığı arttıkça raylar daha da genleşiyor, iki yarımdan bir tam edip, birbirimize karışıyorduk. O ben oluyordu, ben ise o oluyordum.
Her şeye rağmen yılmamıştı…
Ben, herkesin hayatının bir döneminde tırmandığı o arnavut kaldırımlı en dik yokuşta yürümeyi beceremeyip aşağı yuvarlanarak düşsem mesala; eminim ki yaralarımı tek tek sarardı. Kolumu boynuna atıp, minicik bedenine rağmen beni yerden kaldırıp ayaklarımın üzerinde durmamı sağlardı.
Ben kendimi ararken ona, o da onu arayacak birini beklerken bana rastladı. Onun kalbindeki gökkuşağında daha önce hiçbir yerde görülmemiş binlerce rengi vardı. Ordaydı… Eminim bundan. Gördüm çünkü onu. İnsanların tüm dünyayı sadece siyahla beyaza boyamasından da çok bunalmıştı üstelik. İçindeki yüzlerce ipek böceği kelebek olmayı umuyordu, o da biliyordu bunu. Umutları kırılmasın diye hayalleri gerçekleşinceye dek her gün kalbinden bir rengi onların gökyüzünü boyamak için feda ediyordu. Hiç sevmese de giderek siyahlara mahkum oluyordu yüreği… Tüm renkleri giderek azalıyor, kelebeklerin uçacağı o gün yine de gelmiyordu…
Bavullarını oradada bırakıp birlikte yürümeyi teklif ettim ona. Yükünden kurtulduğunda anka kuşları gibi küllerimizden yeniden doğacak olan hayatımızda sonsuza dek beraber yürümeye dair birbirimize söz verdik. Gerekirse dünyanın tüm renklerini usta bir hırsız gibi çalacaktım onun için. Dayanamazdı çünkü yoksunluklarına. Umudu tükenmemeli, hep gülümsemeli, hep böyle kalmaydı o…
Ordaydım… Rayların yanından sessizce yürürken gördüm ilk kez onu. Hala şaşırıyorum istasyondaki kalabalığa rağmen kimsenin onu fark etmemiş olmasına. Bana çok benziyordu. Birbirimize bir söz verdik. Dünyadan gökkuşağı aşıracağım kelebeklenmeye deger ruhu için. Benden başkası yardım edemezdi çünkü ona, ondan başkası da yardım edemezdi bana…
Aslında buradayım… Bir tren istasyonunda kalabalığın arasında tek başıma boyumdan büyük bavullarımla hiç gelmeyecek bir treni beklerken ben geldi yanıma. Ona çok benziyordum. Birbirimize bir söz verdik. Bu yokuş hayatta, bu yaşamın çukur sokaklarında sendelerse ben tutup kaldıracağım onu. Benden başkası yardım edemezdi ona, ondan başkası da yardım edemezdi çünkü bana…