Oğlan kıza, su ile ateşin hikâyesini bilir misin diye sordu…
Ve sonra da kıza şu mısraları mırıldadı…
“Ateş bir gün suyu görmüş yüce dağların ardında;
sevdalanmış onun deli dalgalarına.
Hırçın hırçın kayalara vuruşuna, yüreğindeki duruluğa.
Demiş ki suya:
Gel sevdalım ol,
hayatıma anlam veren mucizem ol…
Su dayanamamış ateşin gözlerindeki sıcaklığa; al demiş:
Yüreğim sana armağan…
Sarılmış ateşle su birbirlerine sıkıca, kopmamacasına…
Zamanla su, buhar olmaya,
ateş, kül olmaya başlamış.
Ya kendisi yok olacakmış, ya aşkı…
Baştan alınlarına yazılmış olan kaderi de,
yüreğindeki kederi de
alıp gitmiş uzak diyarlara su…
Ateş kızmış, ateş yakmış ormanları…
Aramış suyu diyarlar boyu, günler boyu, geceler boyu.
Bir gün gelmiş, suya varmış yolu.
Bakmış o duru gözlerine suyun,
biraz kırgın, biraz hırçın.
Ve o an anlamış;
aşkın bazen gitmek olduğunu.
Ama gitmenin yitirmek olmadığını…”
Ve oğlan, kızın gözlerinin içine derin derin baktı…
Bir an bir sessizlik oldu. Sadece civarda bulunan araçların ve insanların sesinden başka bir ses yoktu. Başka da şahitlik yapan yoktu, bu bitmekte olan aşka…
Oğlan, son kez kızın ellerine dokundu, ellerini burnuna götürerek, teninin ve bedeninin kokusunu, sanki bir insanın uzun süre kapalı bir ortamda oksijensiz kalıp da sonra havaya olan şiddetli gereksinmesiyle sık ve derin teneffüs ettiği gibi, içine çekti, uzun süre bu şekilde kızın ellerini kokladı ve bırakmadı…
Öte yandan, içinde yaşadığı savrulmalar, dindirilemez bir acı, tarifi olmayan bir yanma, biraz hasret, biraz gurbet, biraz özlem hisleriyle…
Tren, yavaş yavaş perona yaklaşıyordu… Aşkın bazen gitmek olduğu; ama gitmenin yitirmek olmadığı… Her ayrılık zordur, acıdır, katlanılması zor bir durumdur… Kız, oğlana, bu ayrılığın aradaki bağı daha kuvvetlendireceğini, birbirlerine daha sıkı sıkıya bağlanacaklarından bahsediyordu…
Ama, her ikisini de bir daha kavuşturamayacak nedenin, istasyondan kalkmakta olan trenin meçhule gittiğini bilmemesiydi…