Ve ölümün ıssız kollarına bıraktı kendini Sylvia…
Altmış Üç Londra ‘sının soğuk şubatıydı. Tipik bir Londra sabahıydı; yağmurlu ve bir o kadar kasvetli. Yatağından kalktığında saat 05:00’ı gösteriyordu. Derin bir ‘oh’ çekti. Güneşin doğuşuna yetişmişti. Eskiden ne de aptalca bulurdu güneşin doğuşuna yüklenen anlamı. Ve bir an tebessüm etti. O zaten herkese normal gelen birçok düşünceyi aptalca bulurdu. Hayatı boyunca hep sivri birisi olmuştu. Dik başlı olursa bu hayatın ona göğüs geremeyeceğini, onu kenara sıkıştıramayacağını düşünürdü. Şu an bulunduğu konuma baktığındaysa… Ne de çok yanılmıştı!
Yatağında bu düşüncelerle yaklaşık beş dakika kaybetmişti. Vakti azdı, elini çabuk tutmalıydı. Saatine tekrar baktı. Çocukların uyanmasına iki saat vardı. Yatağından doğruldu. İlk gördüğü komodinin üzerindeki hapları olmuştu. Tam on üç senedir ne idüğü belirsiz onca hapın ruhunu iyileştirebileceğini düşünmüştü. Acı bir tebessümle mırıldandı dudakları : Olmadı işte…
Omuzlarından diz kapaklarına inen geceliğiyle odalardan sızan cılız ışıkla aydınlanan koridordan salon tarafında kalan balkona yürüdü. Balkonun kapısını açmasıyla şubat serinliğini yüzünde hissetmesi bir oldu. En son ne zaman üşüdüğünü düşündü? Ne zaman soğuktan hasta olduğunu? Yalın ayak bastı balkonun mermerlerine. Islanan ayakları soğuk mermerle daha da çok üşüyordu. Fakat eskiden olduğu gibi korumadı kendini, üşümek istedi. En azından son defa üşümek…
Balkonda güneş ufukta belirene kadar bekledi. Fakat atladığı bir nokta vardı. Gökyüzü bu denli kapalıyken güneşi nasıl görecekti? Bunu fark etmesi yarım saatini almıştı. Yine o yüzünde beliren acı tebessümün ardına : ‘İşte senin hayatında bu güneşi beklemek gibiydi Sylvia’ diye mırıldandı. Kapısını açtığı balkondan salona adım attı. Son güneşini de göremedi…
Saatine baktı. 06.15’ti. Artık ne yapacağını bilmiyordu. Evin içerisinde turladı, kitaplığındaki kitaplarına baktı. Çıkardığı bir çocuk şiir kitabının arasından babasına yazdığı şiirin kağıdı düştü. Eline aldığı kağıdı sessizce okudu:
“yumuyorum gözlerimi, yıkılıp ölüyor dünya,yeniden doğuyor açınca gözlerimi,kafamın içinde yarattım seni galiba.”
Satırlarını tekrar tekrar okudu. Gözlerinden yaşlar dökülmesini istiyordu. Ama yapamadı. Babası için ağlamazdı…
Artık saati 06.45’i gösteriyordu. Mutfağa yöneldi. Çocukları için kahvaltı hazırlamalıydı. Ekmek kızartmak için poşetinden sandviç ekmeklerini çıkardı. Her birini özenle makineye koydu. Ocakta kaynayan suyun içerisine üç yumurta kırdı. Her biri için birer tane. Kendine kahve yapmak için ocakta su, çocuklara ise süt ısıttı. Sofrayı hazırladığında saat yediyi biraz geçiyordu. Son bir bakışla sofrayı kontrol etti. Aslında bu bakış çocuklarının yanına gitmek istememesinden onlardan ayrılmak istememesinden kaynaklanıyordu. Kendine direndiği birkaç dakikanın ardından odaya yöneldi. Önce kızının odasına gitti saçlarında uzun uzun gezdirdi ellerini. Sonra yanağına içten bir öpücük kondurdu. Kızını uyandırdıktan hemen sonra aynı içtenlikle oğlunu da uyandırdı. Üçü sofra da bulunduklarında güneş bulutların arasından ilk defa kendini gösteriyordu…
Saat 07.30. Sylvia artık sabah kalktığından daha ciddiydi. Önce çocuklarının sofradan kalkmasını bekledi. Her biri güne başlamak için üzerlerini değiştirirken hızlı bir bahane ile onları odalarına kilitledi. Onlar yaşanılacak bu vakadan etkilenmesinler diye de her boşluk kalan yere birer bant gerdi. Artık her şey tamamdı. Soğukkanlı olmalıydı. Hem hayatı boyunca yazdığı satırlarda da ölümü beklemişti. Ne kadar zor olabilir ki diye beylik laflar da etmişti hatta! Lakin bu an bu an bütün düşüncelerini darmaduman etmişti. Ufak adımlarla mutfağa yöneldi. Ocağın altında bulunan beyaz fırına dikildi gözleri. Belki kendi taburesine vuramayacağından veya yüksek bir yere çıktığında vazgeçeceğinden ölmek için burayı tercih etmişti. Fırının sıcaklık ayarlarına son raddeye getirdiğinde Sylvia’nın çocuklarına onlarca güzel kek pişirdiği fırını artık onun ölüme uyandığı yer olmuştu. Gerisinde bu hayata göğüs germeye çalışan bir kadının hazin öyküsü kaldı…